Abdülkadir Kemal-i' den Orhan Kemal-i' ye Baba Evi
“Ben avukatım. Adım, Abdülkadir Kemali Öğütçü Ara sıra Adana’dan Mersin’e giderim, yüklendiğim davalar için. Cumhuriyet’in sürgün ettiği 150’liliklerden biriyim. Orhan Kemal’in babasıyım”
1940’lı yılların başındayız. 17 yaşındaki genç Cumhuriyetimizin, 17 milyonluk genç nüfusu ile Ortadoğu’da yıldızlaşırken, Balkanlar’dan PAAAT diye bir piştov sesine, İngiltere Almanya’ya savaş ilan etti. 4 Ağustos 1914...Bir piştov patlamasından tutuşan, alevlenen ateşten ülkemizi korumaya çalışan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile İngiltere Başbakanı Churchill, Yenice’de istasyonda, raylar üzerinde bir tren vagonunda buluştular 1943’te. İsmet Paşa, Churchill’e “Hayır!” dedi. Bu not barışçı Türkiye Cumhuriyeti’nin fotoğrafıdır. Tarihin altın şehri Adana; İkinci Dünya Savaşının kan ve barut kokan karabulutları, üstümüze yığıldıkça yığılıyor, bunaltıyordu bizi.Aşık Veysel, bir yaz günü Karacaoğlan ile buluşmak için Sivas’tan biner kara trene. Bunu duyan aklı eren dostları, yarı yoldan döndürürler Veysel’i. “Hiç yazın Çukurova’ya, Adana’ya, Tarsus’a gidilir mi, trahomdan kör olursun, sıtmadan ölür kalırsın.”İkinci
Dünya Savaşında ülkemiz. “Ne içinde, ne de büsbütün dışında.”
Aşık Veysel, aynı yılın kış baharında Çukurova’ya gelir, Karacaoğlan’la buluşur.
Ben de Aşık Veysel ile buluştum Tarsus’ta Şadırvanlı Han’da. Bizim Veysel de, ne içinde karmanın, ne de büsbütün dışında!Şener Şen’den iki şahaser Türk filmi. “Züğürt Ağa” ve “Selamsızlar Bandosu”. Yönetmen, Nesli Çölgeçen. “Selamsızlar Bandosu” filminin galası yapıldı Emek Sinemasında. Arzu Film yapımı. Bir de filmin başrol oyuncusu var ki... Hemşehrimiz Şener Şen. Şener Şen, Türk Sinemasının ve “Adana Karmasının” aslarındandır. Aslında Adana Karmasında olup da as olmayan yoktur.Bazı akşam üzerleri Milliyet’in spor servisine girerdim. Altan Erbulak, konuşuyor, günü ve olayların mana ve ehemmiyetini anlatıyor, etrafındakileri gülmekten kırıp geçiriyor. Araya girip; “Haydi Altan, Sirkeci’deki Adana kebapçısına.” İşletmecisi Kemal, kucak açarak karşılar bizi. Bir gidişimizde bizim Kemal’in, “Etem abi, bak Orhan abi oturuyor dipteki masada tek başına.” Yaklaştık, hemen yanındaki masaya oturduk. Eskiden kenarlı fötr şapka giyen çoktu. Bizim Adana’da da; “Bak bir foterli geliyor, kim ola ki ? “ derler, merakla bakarlardı. Ama bizim Kemal’in Kemal abi diye işaret ettiğinin kim olduğuna dikkat etmemiş Altan.
Başındaki en geniş kenarlı şapkadan uyandı bizim Altan. Ve, “Vay! Orhan Kemal” deyip yerinden kalktı ve de bizim Kemal’in nefis Adana kebabına bir de Orhan Kemal sohbeti karıştı. Altan’a söylememiştim orada Orhan Kemal ile karşılaşabileceğimizi. Altan bana döndü, “Ulan Adanalı, niye....” lafın arkasından hangi kelimelerin geleceğini tahmin ettiğim için, sözünü kesiverdim. “Kebap bahane idi. Ben, seni Orhan Kemal’e getirdim.” dedim... Orhan Kemal konuşurken ben, onun geniş kenarlı Orhan Kemal şapkasının altındaki dudak üstü ince bıyıklı yüzünde çelik kemik yapılı burnu, gördüklerini kafasındaki düşünce merkezine aktaran, yılların yorgun gözlerinin üzerine yıkılan, dudak üstü ince bıyığından daha kalın, geniş alnında boydan boya uzanan kaşları üzerinde, yatay paralel üç derin çizgi.Ve de 1945-46-47-48-1949...O yıllarda ve öncesinde Çukurova’da yalnız Adana’da Adana Muallim Mektebi, Adana Kız Lisesi var. Ortaokulu Tarsus’ta bitirenler, lisede okuyabilmek için Adana’ya giderlerdi. Ben 1945’te bitirdim ortaokulu Tarsus’ta. O yıl Mersin’de Mersin Lisesi açıldı. Her gün Tarsus’tan Mersin’e trenle gidiyor geliyorduk. 1949 yılında lise üçüncü sınıftaydım, Tarsus’tan gidip gelenler içinde şair Ahmet Nadir Caner‘le iyi arkadaştık. Aylık öğrenci pasomuz üçüncü mevki idi trende.
O gün tren çok kalabalıktı. Ahmet’le kırmızı kadife koltuklu birinci sınıf kompartımanında oturduk. Adana’dan bir yolcu vardı. Pencere kenarında oturuyordu. Kompartıman dört kişilik pencere kenarındaki adamın taba rengi büyük, körüklü deri çantası yanıbaşında idi. İçinden çıkardığı dosyaları inceliyordu. Hafif, ürkek sesle, “Günaydın” dedik, başını kıpırdatarak selamımızı kabullendi. Az sonra “bilet kontrol” geldi. Siyah özel giysili, ceket yakasında TCDD yolları amblemi vardı. Başındaki resmi şapkanın alnında kocaman kanatlı tekerlek, ay yıldız ve TCDD vardı. Saygı uyandırıyordu. Yerimizin burası olmadığını söyledi. Biz, şöyle bir kalkar gibi yaptık. Pencere önündeki, iki kişilik yeri hemen hemen dolduracak kadar müşekkel, yakışıklı, yaşlı adam, başını incelediği dosyalardan kaldırdı. Yüzünü tam gördük. Kartal gibi bakıyordu. Gür, yukarı doğru uçları kıvrılmış kalın kaşları, başını şöyle biraz penecereden çıkarıverse, Toros dağlarından esen rüzgarla çam dallarına değebilirdi.
Biletkontrola; “Müsaade ederseniz otursunlar, onlarla biraz sohbet edeceğim” dedi. TCDD görevlisi, saygıyla, “Peki efendim.” dedi ve çıktı.Biz, kimliğimizi gösterdik. Bize, “Orhan Kemal’in “Baba Evi” romanını duydunuz mu?” dedi. Biz, “Okuduk bile.” dedik, övünerek. “Hem de bir solukta okuduk, çok güzel.” dedik.Tren Mersin’e yaklaşıyordu. Soramadığımız soruyu anlaşmıştı. “Ben, avukatım. Adım, Abdülkadir Kemali Öğütçü (Editör Notu: Orhan Kemal’in babası). Ara sıra Adana’dan Mersin’e giderim, yüklendiğim davalar için. Cumhuriyet’in sürgün ettiği 150’liliklerden biriyim.” Mersin istasyonunda trenden indik, Ahmet Nadir’le, o müşekkel kişinin elini öptük, saygılarımızı sunduk. Orhan Kemal’in babası Mersin adliyesine, davalarına, biz de Mersin Lisesi’ne derslerimize...
Baba Evi’ni, hemen bulun okuyun. Baba-oğul çatışmasını bulacaksınız. Baba Evi romanı için, Öğütçü babanın roman ve oğlu ile ilgili neler söylediğini çıkarabilirsiniz belki. Ama ben, yazamam.1973’te İstanbul’da yazı işlerinde bir ziyaretçi var. Boyu tavandan bir kaç parmak aşağıda, çalışma sandalyalarımız, onun yanında çocuk iskemlesi gibi. Hafiften konuşuyor, sesi binanın içinde ve Nuru Osmaniye caddesinde uğulduyor. Ünlü bir gazeteci hanım arkadaşımız, nefes kadar yumuşak sesiyle, “Lütfen Asfalt Beyciğim, rica ediyorum Asfalt Bey” dedikçe, Asfalt Riza olarak ünlenen kişi, arkadaşımıza, “Marak etme bacı marak etme, hallederik.” diyor. Yumurta topuk, pırıl pırıl cilalı siyah-beyaz kundura, laci yelekli takım elbise, saman sarısı mongol gömlek. Güvercin göğsü enseli, hafif dalgalı simsiyah saçlar ışıl ışıl biryantinli... Bu Adana kabadayılarının, Toros Dağlarının yücelerinden, ferman Padişahın, dağlar bizimdir.” diyen Avşarlar’dan Dadaloğlu neslinden belki de bunlar... Ve dahaları...İlahi gökyüzü! Telli turnalar sende seslenir. Yeryüzü sende bekler her şeyi. Bulutlar, fırtınalar, şimşekler. Adı üzerinde gök gürültüsü, sağnak yağmurlar ve ardından güneş, pembe mor bulutlar. Toroslar’dan yükselen, menekşelere, sümbüllere, nergislere, Elif’lere, Zeynep’lere, Döne’lere, güllere, bülbüllere, Seyhan-Ceyhan sularına ve Karacaoğlan’ın Türkmen güzellerine renkleri düşen, ebemkuşağı gökkuşağı ve yedi renkli Çukurova...
Küçük Mezopotamya.5 bin yıl önce Mezopotamya’da Sümer-ler’in yazıyı icadı, insanlık tarihinin kutsal miladıdır. A harfi kutsaldır. A-Z arasındaki bütün harfler, bütün dünyanın yazısı kutsaldır.Karacaoğlan, bizim Karacaoğlan, Aşık Karacaoğlan, Ozan Karacaoğlan, Adana Karması’nın kaptanı ressam Karacaoğlan. Adana seni bağrına bastı. Sen Dişçi Ethem Konağındasın. Senin adına müze, kütüphane açıldı. Kütük kaydın Adana nüfusuna alındı.
Etem Çalışkan
Diğer Yazıları
Tüm Yazıları