Adana’da Delikanlı Sevdalar Yazı Dizisi - 3
“ İnsanın delikanlısı olur da aşkların delikanlısı olur mu? “ Demeyiniz... Adana’da olur... Güney baharının yüreklere estiği kültürler harmanı Adana’da bir zamanlar aşklar da delikanlıydı.”
Yağmurda Büyülü Buluşma
Ankara’da öğrencilik yıllarıydı...
Gurbet koşullarında bir garip öğrenim hayatı.
Tek odalı bir evde barınmaya ve okumaya çalışan bir öğrenci.
Ve üstelik başında kavak yelleri esen bir âşık, hem de sırılsıklam...
Kime mi?
Kim olduğunun ne önemi vardı ki.; aşk, o yaşlarda bir ihtiyaçtı.
Ona olmazsa ötekine âşık olunacaktı, başka yolu yoktu.
Ama bu aşk ilki gibi platonik değildi. Gönlümü kaptırdığım kızı uzaktan sevmiyordum.
Onu etiyle kanıyla sesiyle soluğuyla istiyordum. Mektuplaşıyorduk...
Mektuplarımda ona, “ Beyazın Susuzu” diyordum. O da bana “münzevi” diyordu.
Bir gün; “ Ben hep beyaz özlemiyle yaşadım “ demişti.
Esmerdi, beyaza özlem duyuyordu.
Liseliydi, siyah önlük giyiyordu.
O, bir güz çiçeğiydi...
Yapraklar düşerken açardı.
Bir zamanlar Adana’da ilk gençlik aşkları, Kız Lisesi ve Kız Enstitüsü odağında filizlenir, baharda çiçeklenirdi... Yaz biterken, sonbaharın serin soluğu esmeye başladığında, rüzgarlar yaprakları savururken, okullar açılırdı. Enstitü’lü, Lise’li kızlar, siyah önlükleri beyaz yakalarıyla görünürlerdi. Onlara, kasımpatılar gibi sonbaharda açtıkları için, güz çiçekleri, diyordum.
“Beyazın Susuzu” da onlardan biriydi. Yağmur mevsiminde açan nergisleri seviyordu. Nergisler beyazdır; büyüleyici bir koku salarlar.
“Bir zamanlar Adana’da yeşil akşamlar vardı
Güney rüzgarlarının soluğu çiçek kokardı
O zamanlar Adana ne kadar güzeldi!“
Rüzgarları katı kentte soğuk akşamlar
Ankara Büyük Postahane’de bir posta kutusu kiralamıştım.
Yolumun üzerindeydi. Okul çıkışı uğruyor, mektup var mı, diye bakıyordum. Pembe zarfı kutunun ince aralığından seçebildiğim günlerde, tek odalı eve, gurbet yalnızlığına mutlulukla koşuyordum. Mektubu hemen açmıyordum. Mektubu, açmadan, beklemek... Biraz sonra, sevgiliye ait satırları okuma garantisini elinde tutarak heyecan duymak... O heyecan, mektubu okumaktan bile güzeldi!
Aslında “Beyazın Susuzu” uzun süredir benimle oynuyordu. Sevildiğinin tadını çıkarıyor, sevecekmiş gibi yapıyordu. Sıra yakınlaşmaya geldiğinde duraksıyordu. Mektup yazıyordu, ama, kaleminden sevda sözcükleri dökülmüyordu. O uzak durdukça, sevdası daha da büyüyen bir deliye dönüyordum. Bir gün talebe odamda yine yalnızken, isyan etmiş “Beyaz’ın Susuzu”na şu dizelerle seslenmiştim:
Karanlığın Gözlerinde
Şimdi o kente güney meltemleri eser
Kaldırımlarında güz çiçekleri açar
Yeşil akşamlarında bulutlar var.
Koyu bir gölge indi birden
Işıl ışıldı karanlık,
Bir sen bir ben vardık
Karanlığın gözlerinde
Sen ılık duygularımla gelen bahar,
Sen kirli ellerde solacak çiçek.
Ben dün özlemindeki adam,
Hayallerin göğsüne umut çiçekleri taktık
Yarınlar özlemiyle.
Şimdi çıplak dallarda yorgun bir türkü
Melankoli...
Boşuna akşamlarda mavi şafaklar aramak,
Güz çiçeklerini eziyorum artık
Işıl ışıldı karanlık.
Bir sen, bir ben vardık
Karanlığın gözlerinde.
Hep öyle değil midir, erişilmez görünen çekicidir, peşinden koşturur.
Beyazın Susuzu’nu istiyordum “ Erişilmezliğin çekiminde plâtonik sevda yaşadığım ilk sevgiliye duyulan o aşk ne oldu? “ derseniz... O’nun benden haberi bile olmamıştı. Bir süre sevda çekmiş, sonra da başka aşkların yollarına koyulmuştum... O,anı yapraklarında bir ilk aşk öyküsü olarak kalacaktı.
Hangimizin karşılıksız sevda öyküsü olmadı ki?..
Akdeniz bir başkadır, insanları daha duygusaldır. Akdeniz kenti Adana’da esen rüzgarların soluğu, ya çiçek ya da toprak kokar. Güney’in insanı âşık olmaz da ne yapar. Başında ilk gençlik rüzgarları esen aşk ve umut sarhoşu genç insanlardık. Bir sevda biterken bir başkası doğuyordu gönüllerimizde. Şair arkadaşım Selah, Güney’e özgü sevdaları dizeleriyle çok güzel anlatır:
“ Güney’e Sevda Ezgisi
Her mevsimine buruk bir anı kattık O Kentin.
Güz çiçeklerini ezdik, papatyalara öyküler yaktık.
Ağladık, ta ki akmayıncaya dek yaşlar...
Sevinçlerimizi güney rüzgarlarında bıraktık.
Seven bir yanımız vardı üstelik, sevgilere inat .
Bir yanımız susmuş, sevdalara dargın...
Alın, dedik... Alın...
Bu aydınlık sabahlar sizin olsun,
Sevda yeniği bir yüreğimiz var, onu bize bırakın... “
Selahattin Mamay
“Sevda yeniği yüreklerimiz var”dı, ama, gençtik; umutlarımız doruktaydı. İlk aşkım erişilmez, ikinci aşkım ise yarınları olmayandı. O, ”Beyazın Susuzu”ydu... O, beyaza susuz gönlü ile yaşam yolunda koşarken, ben, yarınlara ışıksız koşan adam olarak bir başıma savaşacaktım hayatla. Önümüzdeki gelecek buydu
“Beyaz’ın Susuzu” bir gün... Ve birden... Benimle oynamayı bıraktı. Susamış gönlünün derinlerinden gelip nihayet yüze çıkan duygularını bilmeme izin verdi. İlk kez, yine renkli kağıda, yine şiirsel bir anlatımla yazılmış bir mektupla bana... “ Seni özledim, görmek istiyorum, gelebilir misin?” dedi.
O satırları... Mektubun o büyülü bölümünü defalarca ve adeta içercesine okumuştum. Ne demekti öyle, “ Gelebilir misin? ” diye sormak... Gelirdim elbette, hem de nasıl!
Sarı yapraklar ve Beyazın Susuzu
Yine Gazanfer Bilge Otobüsü’ydü... Yine Ankara’dan Adana’ya doğru yol alıyorduk. Kavuşma heyecanı ile başı dönmüş halde yaptığım bir başka yolculuktu o. Otobüs homurdanarak kilometreleri yutarken, camların gerisinde koşan Tuz Gölü’nün ufkunda, gün batımı renklerinin resmettiği ışıklı dünyayı izlemiş, “Beyazın Susuzu”nu düşlemiştim. Güz sonlarıydı... Dalgın gözlerim gurup vaktinin renkleriyle buluşmuştu.
Hayal gücüm “Beyazın Susuzu”nu hayal dünyamın ekranına taşımıştı. O, beni sevsin diye düş kurduğum sevgiliydi. Soğuk Ankara günlerinde gönlümü yıkayan, yalnızlığımı bölen esmerdi... Hayalimde onu melek yapıyor ufuktaki renk şöleniyle bütünleştiriyordum... Sanki, bulutların üzerinden bakarak gülümsüyordu... Güneşin bestelediği renk senfonisinin titreşimlerini dinlercesine ufka uzanmıştı.
Tuz Gölü camların ardından yittiğinde, ufku ve gönlümü saran renklerde geride kalmıştı. İçimi çekmiş gerçeği dönmüştüm. Gerçek de güzeldi aslında, hayallerimi süsleyen o sevgiliye gidiyordum. Mektuplaşarak sözleşmiştik, Adana’da buluşacaktık. O, okuldan kaçacak, bana gelecekti... Ben de sık sık yaptığım gibi; okulu ekip Adana’ya, “Beyazın Susuzu”na gidecektim...
Yağmura sarınarak bekleyiş
“ Geleceğim diyordun;
Eylül yollara düşer düşmez geleceğim.
İlk yaprak sarısını parmaklarından öpeceğim diyordun...
Eylül takvimlerde biteli aylar oluyor,
Artık seni istasyon kalabalıklarında aramayacağım.
Gülüşü perişan etti beni insanların.“
Erdoğan Benlioğlu
Adana’da yağmur mevsimiydi. Kaldırım kenarlarında nergis satan çiçekçiler vardı. Gökyüzü bulutlarla kaplıydı. Kısa süre önce sağanak halinde inen yağmur hafiflemiş durur gibi olmuştu. Ama.. Bulutlar hâlâ çok yakındı... Belliydi... Yağmaya devam edeceklerdi.
Küçük Saat’te elinde bir demet nergis, telaşla yürüyen genç vardı. Hüzünlü bakan gözleri, koşan adımları, mütevazı giysileriyle ince yapılı bir genç. Bakışları çevresini tarıyordu. Adana kışında bahar çiçekleri arıyor gibiydi. Beyaza Susuz” bir esmerin aşksız aşk oyununa kapılmış, hayallerin göğsüne umuttan çiçekler takmış, koşup gelmişti soğuk kentten... Buluşma heyecanıyla çarpan yüreğinin sesini çevreden duyacaklar diye korkuyordu.
O genç bendim. Adana Küçük Saat mevkiinde... Berikman Pastahanesi* önündeydim. Ellerimde nergis çiçeklerinden bir demet... “ Ya gelmezse?..” sorusunun endişesinde, bekliyorum... Üzerlerinde yağmur damlarının şebnemler oluşturduğu nergislerden iç bayıltan bir koku yayılıyor... Utanıyorum... Sanki “Beyazın Susuzu”na ait bir değeri çalmışım gibi hissediyorum... Ama o hınzır soruyu zihnime gönderen ses durmak bilmiyordu:
“ Ya gelmezse!?...”
Bir insanın ötekine verebileceği ne kadar çok şeyi var.
Bu gerçeği yıllar sonrasında görebildim...
O sırada duygularım sevdama, aklım ise o endişe dolu soruya takılıydı.
“ Ya gelmezse? ” diye soruyor, adeta kendimi yiyerek bekliyordum.
Pastahaneye bakmış henüz gelmediğini görmüştüm. Hem yolu hem de pastahaneyi gözlüyordum. Kapıya yakın duruyor, gelirse kaçırmayayım diye dikkatle bakınıyordum. İnsanlar akşamüstü telaşı içinde koşarcasına yürüyorlardı. Endişe ve umutsuzluk dolu o ses zihnimi tokmaklamaya devam ediyordu. “Gelmeyecekti... Gelmeyecekti işte! ” Saatime bakıyorum... Henüz 7 dakika kadar gecikmişti. Kendimle konuşup duruyordum.
” Taa Ankara’dan yazışarak sözleşmiştik...”
“ Hayır! Unutmuş olamazdı! “
“ Bilerek gelmezlik yapar mıydı?”
“ Belki bir engel çıkmıştır? ”
Yağmur damlaları çoğalarak iniyordu. Damlalardan bir sis perdesi oluşuyordu. İnsanlar yağmurun perdesi içinde uzayan gölgeler gibiydiler. Görüş mesafem azalmıştı...” Gelecektir ” diye kendime umut aşılıyordum. Sonra... birden... O’nu gördüm. İnsanlar arasında ince esmer bir gölge halinde akıyordu... Telaşlıydı. Tereddüt eden adımlar atıyordu. Sırtında okul önlüğü vardı. Siyah önlük-beyaz yaka; güz çiçeği... “Geliyordu işte!!! ” Nabzım hızlanmıştı... Heyecanım bulutlardaydı. İçimde duygu fırtınası kopuyordu. Gelmişti...” Buluşmuştuk işte! ”
Endişe ile sol cebimdeki parayı yokladım. Pastahanede hesabı verecektim, bir kazaya kurban gitmemeliydim. Yaklaştı... Beni farketti... O da heyecanlıydı. Sanki bir başka gezegende ilk kez karşılaşıyor gibiydik. Yüzünde yağmur damlaları vardı... Pastahaneden içeri girip nasıl oturduğumuzun bile farkında değil gibiydik... Bakışlarımız buluşunca...
Bir süre ne söyleyeceğimizi bilemez halde bakıştık... Hatır sorduk ...
Cümlelerimiz kesik kesikti... Bazen birbirimize öylece bakıp, susup kalarak konu aradık. Zamanı azdı, biliyordum... Gözlerinin derinliklerine bakarak, “ Geldiğine öyle sevindim ki! “ dedim.
Duygu yoğunluğundan sesim titremiş sözcüklerim tarazlanarak çıkmıştı. Yüzü aydınlanmış, duyguları gözlerine yansımıştı. ”Ben de...” demişti duyulur duyulmaz bir sesle, “ Ben de çok sevindim...” Bu sözlerden sonra, aramızdaki, duygularımıza geçit vermeyen görünmez bent çökmüştü. Sözcükler dilimizden dudaklarımızdan değil doğrudan kalpten geliyordu.... Sımsıcaktılar.. Bulutların yağmuru yüklenmesi gibi, kelimeler de duygularımızı taşıyorlardı. Birimiz cümlesini bitiremeden öteki söze başlıyordu. Aynı anda konuşunca yine birden ve birlikte susuyorduk. Bu tekrar edince, çocuksu çocuksu gülmüştük. Bir süre böyle heyecanla söyleşmiştik... ”Beyazın Susuzu ”ndan yansıyan büyülü atmosfer, gözlerinin bebeğinde pırıldayın sevgi ışıkları beni sarıp kuşatmıştı.
Mutlulukla derin bir nefes almış, “Ankara’dan geldiğime değdi ” diye düşünmüştüm... ”Beyazın Susuzu ”duygularını, aramızda kilometreler yokken, ilk kez söze döküyordu. Elleri avuçlarımdaydı... Hafifçe titreyen ellerinden gönlünün derinlerine iniyormuş gibiydim.
Yılların ötesinden gençliğe çağıma bakarak düşünüyorum da... Yine de... Mektuplar daha güzeldi!
Kalemi alıp, sevgili karşındaymış gibi duyumsayarak yazmak... Sonra heyecanla cevabı beklemek... Yanıt gelince sevinmek...Sevgiliden gelen satırları bir daha bir daha okumak.
Çok daha güzeldi!
Zaman akıvermişti. Dışarıya çıktığımızda yağmurun sağanağa dönüştüğünü gördük. Çaresizlikle, “İyice ıslanacaksın..” demiştim. Siyah gözlerinde muzip pırıltılar oluşturan gülümsemesiyle bakarak... “ Zaten sevgi yağmurunda ıslanmadım mı?.. Demişti... Elleri avuçlarımdaydı... Onu hiç bırakmamayı isteyip yapamamanın çaresizliğinde...” Bana en güzel armağanı verdin Beyazın Susuzu ...” demiştim... “İnan... ömrümce unutmayacağım!”
Artık akşamdı... Yağmur damlaları kor gibi yanan yüreklerimize dökülüyordu. Okul dönüşü saatini çoktan aşmıştı... Geç kalmış olmalıydı. “Sen artık git, merak ederler...” demiştim. Sevgi ile bakmıştı. Ayrılırken, “ Yazarım sana...” demişti.
Ellerinde bir demet nergis... Gözlerinde özür dilercesine veda eden pırıltılar, sağanak halinde inen damlaların kucağına atılmıştı... Sanki geleceğe... Uzak umutların, asıl yakıcı ayrılıkların zamanına koşar gibiydi... Yağmur perdesinin içinde her saniye uzaklaşan ve güçlükle seçilebilen gölgesini izlemiştim. “Beyazın Susuzu,” ellerinde bir demet nergis, yitip gitmişti yağmurun içinde...
Aslında biz insanlara güncel ve doğal görünen her ayrılık, gerçek anlamda bir gurbet değil midir? Dünya üzerinde bir noktada buluşuyoruz... Sonra ayrılıyor, uzayda bir başka noktada görüşmek üzere her birimiz kendi yolumuza gidiyoruz... Aradan geçen zaman içinde olması mümkün olayları düşününce; her ayrılık, sonu belirsiz bir buluşma heyecanı ve bir yeni ayrılığın tohumu değildir de nedir?..
Yıllar sonra anlamıştım:
Mektuplardaki sevgiliye duyulan aşk, daha güzeldi...Yaşadığım sevda, Yılmaz Erdoğan’ın şiirinde söylediği gibiydi, “O’nun beni sevmesi ihtimalini sevmekti...” yaptığım. ( Yılmaz Erdoğan o yıllarda henüz ortalarda yoktu, ama; yazdığı dizelerde vurguladığı o ‘ilk gençlik aşkı gerçeği’ çağlar boyu hep vardı. Ve umarım günümüzün pragmatik ( çıkarcı) yaşam anlayışı o ruhu öldürmez hep var olur..
İşte öyleydi o günler...
Belki de ondandır; yağmur ve nergis çiçekleri bana hep ilk gençliğimi, o mutlu sonu olmayan sevdanın iç titreten duygularını anımsatır...
Bu sevda nasıl noktalanmıştı?
Güneyli gönülleri sevda ile kanatlanmış gençler kavuşup, sonsuza kadar mutlu olacakları bir yola koyulabilmişler miydi?
“Beyazın Susuzu” ile o büyülü buluşmanın ardından defalarca bir araya gelecektik. Ellerimizle tutuşmakla yetinmeyip daha ilerilere de gidecektik. Ama hiç bir başka buluşma... Hiç bir başka söyleşi... O yağmuru sarındığımız akşam üzerinin büyüsünü taşımayacaktı.
“Beyazın Susuzu”nu hep o buluşmanın yürek titreten anlarıyla... Yağmurla... Gözlerindeki sevda pırıltılarıyla... Güz çiçeği giysisi ve elinde bir demet sevgi sunusu nergisle, yağmurda yitip giderkenki haliyle anımsayacaktım.
Aradan geçen zaman... Ve gerçek yaşamın, ilk gençliğin düş dolu dünyasını dağıtıp parçalayan gri darbeleri... Gün gelecek “Beyazın Susuzu” ile yollarımızı ayıracaktı. Bir gün bir ortak dostumuz, “ Biliyor musun...” diye söze başlayıp haberi verecekti:
“ O evlenmiş...” Bir süre sustuktan ve yutkunduktan sonra, “İnşallah mesut olur ” diyecektim. Ne var ki aldığım haber, gönlümün derinlerinde saklı duyguların kilidini bir kez daha açacaktı. Özlem ve sevdiğini kaybetme duygusunun hüznü gönlümü saracaktı. O akşam, uzun uzun yürümüş anıları yaşamıştım bir kez daha. “Beyaz’ın Susuzu”na nasıl koştuğumu, yağmur perdesini sarınırken birleşen ellerimizi, sevda duygularının titreştirdiği sözcüklerimizi yaşamıştım. Onunla bir daha hiç karşılaşmadık...
İleri yaşlara vardığında nasıl biri oldu? Değişti mi? Bir başka kente mi gittiler? Çocukları oldu mu? Beyaza duyduğu özlemi dindirebildi mi? Ve acaba duygu yağmurunu kuşandığımız o büyülü buluşmayı anımsıyor mu? Bilemiyorum... “Beyazın Susuzu” yaşamıma girdiğinde, dallarda solup sararmaya mahkum bir güz çiçeği gibiydi. Yaşam rüzgarı onu da beni de sarı yapraklar gibi önüne katıp sürüklemiş bir başka dünyaya savurmuştu... Sevdamız tıpkı nisan yağmuru gibi kısa sürmüş ilk gençliğimizle birlikte zaman nehrinin çırpıntılı dalgaları arasında kaybolup gitmişti.
Adana Pastahaneleri: Öykü 1950’li yılların sonlarıyla 1960’lı yılların başında geçer.
O dönemde Adana’da belli başlı 4 pastahane vardı: Mavi Köşe, Berikman, Palmiye, İdrisler...
Mavi Köşe, Ali Münif Caddesi üzerinde, günümüzdeki Vakıflar Pasajı yakınında köşe başındaydı. Çift katlıydı. 2. Katı minicik bir bölümdü ama, biz gençlerin sevdiği ve tercih ettiği köşeydi. Çünkü sahipleri de garsonları da ‘anlayışlıydılar ‘, fazlaca gelip gitmez, gençleri rahat bırakırlardı. Garsonlar 25 ya da 50 kuruş bahşişi kabul eder gençleri hoş görürlerdi.
Kıvanç Tatlıtuğ:Mavi Köşe’nin sahibi Tatlıtuğ ailesinden günümüzün sevilen televizyon yıldızı Kıvanç Tatlıtuğ çıktı.
Berikman Pastanesi aynı caddenin üzerinde, Marmara Bar’ın hemen altındaydı.
O binalar daha sonra yıkıldı. Şimdi orası 5 Ocak Meydanı. İdrisler Pastanesi Küçük Saat’in hemen yakınında Kristal Palas’ın hizasındaydı. Palmiye Pastanesi ise, Büyük Postaneye’ye giden sokakta Alsaray Sineması’nın yanında açılmıştı.
Gençler işte oralarda buluşurlar, birbirlerine dokunma heyecanını o mekânlarda yaşarlardı.
Alsaray Sineması kapandı. Marmara Bar da binası yıkılınca anılarda kaldı. Mavi Köşe Pastanesi varlığını uzun süre korudu, son yıllarında Atatürk Caddesi üzerindeydi.
Fevzi Acevit
Diğer Yazıları
Tüm Yazıları