ADANA’YA GÜÇ VERENLER
Altınoran Düşünce ve Sanat Platformu Adana’da kurulmuş, içinde 300 den fazla sanatçı ve sanat ilgilisini barındıran, kültür ve sanat alanında kentimizin lobisini oluşturmaya çalışan bir kuruluş.
Amacı kültür ve sanatı kullanarak Adana’yı tanıtmak, kentimizin değerlerini ön plana çıkartmak, formal sanat eğitimleri düzenleyerek kentimizden yeni sanatçıların yetişmesini sağlamak diye özetlenebilir.
Yani bir okul... Sanat ve kültür okulu... Adana’dan bir sanat ekolünün çıkmasını amaçlayan ve bunun için yaşam boyu eğitim prensibini kabul etmiş bir okul.
Sürekli yeni projeler için çalışan ve üreten, bir grup olan platform üyeleri yeni ve çok önemli bir projeye daha başladı. Adana yerel tarihine katkı sağlayacak güçlü projenin ismi “ADANA’YA GÜÇ VERENLER”
Projenin amacı; bugüne kadarki yaşamlarında, mesleki faaliyetleriyle çevresini değiştirecek kadar kentimize katkı sağlamış insanların biyografilerini ve biyografik fotoğraf albümlerini hazırlayıp tarihe bırakmak. Böylece 25 albümlük bir set oluşturmak. Tabiî ki bu, projemizin ilk ayağı olacak. Başarabilirsek 25 er 25 er devam edeceğiz.
Projenin başladığı kasım ayından bu yana fotoğrafçılar kahramanlarının hayat hikayelerini dinleyip, röportajlarını bitirdiler. Sırada bu röportajları kitap haline getirmek ve fotoğrafları üretmek var. Projenin Haziran ayında bitmesi ve kitapların eylül ayında hazır olması planlanıyor. Altınşehir Adana Dergisi olarak her sayımızda sizlere, Adana’ya güç verdiğini düşündüğümüz, projedeki kahramanları tanıtacağız. Bu sayımızdaki kahramanlar; Ünlü Hattat Etem Çalışkan , Güneş Yüreğir ve Ferdane Bayıldıran. Fotoğrafçıları ise Erhan Yelekçi, S.Haluk Uygur, Ö.Özgür Onar.
AKDENİZ’DE BİR GÜNEŞ
Eski takvimle 1312 yılında , yani 1896 da Adana’da bir hastane kuruldu. Bu bir ilkti aynı zamanda. Belediye Hastanesi ismiyle çalışmaya başlayan kuruluş, Vali Faik Paşa döneminde koleralıları tedavi etmek üzere açılmıştı.
O yıllarda Adana’ya kolera müfettişi olarak gönderilen Dr. Şerafettin Mağnuni hastaneyi şöyle anlatır;
“Adana’nın Belediye(Devlet) Hastanesi ne zaman gözümün önüne gelse dehşetten tüylerim ürperiyor. Medrese gibi kemerli ve kubbeli bir bina. Taşların üzerine birer ot minder serilmiş. Yaralılar, bereliler kendi kokmuş, kirli mendil ve yemenileriyle, entari parçalarıyla yaralarını sarmışlar. Sabahları belediye doktorlarından biri şöyle dolaşıp eczaneden hazırlatılarak getirilmiş Hint yağı, İngiliz tuzu ve sulfato gibi ilaçları dağıtıyor.
”Ya laboratuvar?...
O yıllarda 6 eczane vardı. Beşini gayrimüslümler bir tanesini ise müslüman Mustafa Rifat işletirdi. Tıbbiyeyi Şahane’de önce kimya arkasından da eczacılık okumuştu Mustafa Rifat. Abidinpaşa Caddesi’nin üzerinde bulunan eczanesinde doktorlar ücretsiz hasta bakar, istedikleri basit tahlilleri de Mustafa Rifat’ın yetiştirdiği kalfa yapardı.
Belki de bu eczane Adana’nın ilk biyokimya laboratuvarıydı(!)Ta ki 1950 lerin sonuna kadar, başında eğitim almış birinin olduğu bir biyokimya laboratuvarı kurulamadı Adana’da…
Biyokimya gibi hayati bir tıp dalı, uzun süreler bulaşıcı hastalıklar uzmanı olan doktorların göz ucuyla kontrol ettikleri bir teknisyen faaliyeti olarak kaldı.
Bu yazının ilk cümlelerini yazmaya başladığımız günün oğle sonrası Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı’nı ziyaret ettik. Bölümün duvarlarında bir çizelge vardı ve karşı duvarda da fotoğraflar.
Aslında her ikisi de aynı şeyleri anlatıyordu. En başa bölümü kuran kişi yerleştirilmişti. Arkasından da onun eğittiği diğer bilim insanları uzayıp gidiyordu. Bir iki üç veya on değil, onlarca insan. En az onu şimdiden profesör. Şöyle bir baktık, Adana’da hekimlik yapan biyokimyacıların neredeyse hepsinin ismini gördük. Diğer şehirleri bilmek ise takdir edersiniz ki zor.
Sonra DNA laboratuvarını gezdik. Uzay merkezini gezer gibi… Öğrencilerin eğitildiği yerleri gördük. Elektroforez ünitelerini ziyaret ettiğimizde ise bir zamanlar bölgenin makus kaderi haline gelmiş Thalesemi yani Akdeniz Kansızlığı Hastalığı'nı hatırlamadan edemedik.
Dikkat ediniz!.. Burada Thalasemi’den bahsederken, “bir zamanlar bölgenin makus kaderi haline gelmiş” cümlesinin sonunda “mişli geçmiş” zamanı kullanmamız özellikledir, asla tesadüf değildir.
Ne demek mi istedik? Anlatalım efendim…
Madem anlatmaya başladık, yakından başlamayıp çok ama çok eskilere gidelim. Mesela 2800 yıl önceye Hititler’e kadar uzanalım. O zaman da bazı insanlar varmış ki kutsal sayılırlarmış. Elmacık kemikleri çıkmış çeneleri çökmüş bu adamları şimdi biz o zamandan kalan taş kabartmaların üzerinde seyrediyoruz.
Bunların kutsallıkları nereden mi geliyor?
Çünkü o yıllarda Akdeniz (özellikle de Doğu Akdeniz) sıtma denilen illetten kırılır, şehirler yok olurken, bu insanlar daha az etkileniyorlarmış. Bu yüzden halk bu insanlara seçilmiş insan muamelesi yapıyormuş.
Bazı tıp tarihçileri çıkık elmacık kemikli insanların aslında Thalasemi hastası olduğu ama eritrositlerinin az olması nedeniyle de sıtmaya daha dirençli olduklarını yazıyorlar. Söyledikleri ne kadar doğrudur bilemeyiz ama yaş ortalamasının sıtma nedeniyle 30 lara kadar düştüğü o yıllarda, Thalasemi’nin insan ömrü üzerindeki kötü etkisi haliyle hissedilemiyor olabilir diye de düşünmeden edemiyoruz.
Yaş ortalamasının yükseldiği daha sonraki çağlarda ise bu hastalığın insan ömrü üzerindeki kötü etkisi gittikçe daha belirgin hale gelmeye başlamış bizce. Hatta Beyrut yakınında bir mağarada bir arada bulunan fosilleşmiş yüzlerce insan iskeleti için “Bunlar talasemikti, illetlerini diğer insanlara bulaştırmasınlar diye tecrit edilip, toplu ölüme terk edilmişlerdi” diyenler olmuş.
Lafı fazla uzatmayalım… Demek istediğimiz; Akdeniz Anemisi denilen bu illet ta ki günümüze kadar insanlara “el aman” dedirten, aileri çökerten bir hastalık olarak gelmiş olmasıdır.
İçinizden birileri bu illetin tarihinden çok, coğrafyasına merak sarabilir. İsminin Akdeniz olması da bu merakını artırabilir. Ama yine de siz ona Akdeniz Kansızlığı denildiğine bakmayın, dünyanın bir çok yerinde görülebildiğini düşünün. Buna rağmen en sık görüldüğü yerlerin başında Akdeniz memleketleri geliyor.
Filistin ve Suriye… Kıbrıs… Sicilya… Malta… Tabiî ki Çukurova…
Çukurova denen o bereketli ova biliyorsunuz geniş bir yer… Ta Mersin’den Antakya’ya Samandağ’a kadar uzanıyor.
Bir de etnoğrafyası var hastalığın… Yahudiler… Araplar…Akdenizli Türkler. Sarı renkli olanlarda daha az, esmerlerde daha çok.
Bir gün yiğit kadının biri, ama sarışın, etrafına aldığı kendi yetiştirmesi uzmanlarla yaptığı çalışmanın sonucunda bir tez atmış ortaya.
“Eğer biz evlenecek her çifte basit bir elektroforez testi yaparsak, çocuklarının Talasemili doğup doğmayacağını daha başından beri bilebiliriz. Böylece bin yıllardır bölgemizde yaygın olan bu illeti yok edebiliriz. Bazı ülkeler bunu yapmaya çoktan başladı zaten” demiş.
Demekle de kalmamış bu söylediğinin bir yönetmelik haline getirilmesi için büyük çaba sarfetmiş.
Günümüzde evliliklerden once çiftlerin talasemi taşıyıcısı olup olmadıklarını gösteren testi yaptırmak artık zorunludur. Bu da teorik olarak; önümüzdeki yıllarda milyonlarca kişinin katili olan bu hastalığın yok olacağı anlamına gelir. Yani artık Thalasemi denilince “mişli geçmiş zaman”ın kullanılacağı yıllar uzak değil.
İşte biz bu bu yiğit kadını, Adana’nın ilk modern biyokimya laboratuvarını kuran, Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin kuruluşuna katılan, Biyokimya Anabilim Dalını kurup, onlarca bilim insanı yetiştiren ve ülkemizde yukarıda bahsettiğimiz yönetmenliğin çıkmasını sağlayan Profesör Doktor Güneş T. Yüreğir’i böyle tanıdık, eğer sizlerin de tanımasına fırsat hazırladıysak mutluluğumuz katlanmış olacaktır.
S. Haluk UYGUR
ÇİZGİNİN ÖYKÜSÜ
“Karanlığın içine doğanlar ile karanlık içinde doğanlar arasındaki fark;
birisi zoraki birisi illa ki;
Karanlığın üzerine git
Aydınlatabilirsen onları
Yaşam gizini gösterecek sana”
İnsan nasıl insan oldu: Düşünce, düşününce
Düşünceleri simgelere döken sihirli dokunuşlar. Abece ya da yabancı kökenli karşılığıyla alfabe, her biri dildeki bir sese karşılık gelen harfler dizisi.
Hikâyesi:
"Abece" kelimesi,Türkçedeki ilk üç harfin okunuşundan oluşur. Benzer biçimde Fransızca kökenli Alphabet'den dilimize geçen "alfabe" sözcüğü, eski Yunanca'daki ilk iki harf olan "alfa" ile "beta"nın okunuşundan gelir.
İnsanlık tarihinin başladığı yaşam alanlarından biri olarak kabul edilen Altamira Mağarasına çizilen hayvan resimleri o dönemdeki insanların yaşamı hakkında birer simge. Aslında resim bir simgeydi, bizlere o dönem hakkında fikir sahibi veren
Simge bir düşünceyi, soyut bir kavramı belirten somut nesne ya da işaret. Bir özelliği tümüyle kendi üzerinde toplayan örnek. yorumlamamızda ve insanlığın o dönemdeki yaşamı hakkında fikir yürütmemize yardımcı oldu.
İlkler, aslında içerisinde gizemi barındıran sihirli kelimeler; ilk insan nerede doğdu, yaşadı, ilk resim, ilk yazı, ilk yaşam nerede kuruldu; düşündükçe matruşka kutuları birbiri ardına ortaya çıkıyor.
İlk resim bir yazı mı? Ya da ilk yazı bir resim mi?
İlk harfler birer hayvan figürleri, hayvanların çıkardıkları seslere göre çizilen resimler alfabeyi oluşturan temel figürler haline gelmiş. İnsan düş kurup düşününce de yazı gelişmeye başlamış, mezopotamya’da yerleşik hayat süren sümerler bu işin temelini atmış.
Ülkemizde ise farklı zaman dilimlerinde farklı alfabeler kullanılmakla beraber son olarak cumhuriyetin ilanı ile birlikte Latin alfabesine geçiş yapılarak günümüzdeki alfabe oluşmuş.
Latin alfabesi:
Bu alfabe 1925 yılında ilk defa Azerî Türklüğü tarafından kullanılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra; 1928’de Türkiye’de kullanılmaya başlandı. Günümüzde Türkiye ve Avrupa Türkleri kullanır. Latin asıllı yirmi dokuz harfden meydana gelir. Sekizi sesli, gerisi sessizdir.
“Aydınlat onları
Yaz karanlığın üzerine
Karanlık, üzerine gidilmesi gereken en büyük sorumluluk
Yazı, karanlığın içine doğanlardan
İnsan ise karanlık içinde doğanlardan”
Cumhuriyetin ilanı ile ülkede devrimler birbirini izlemiş ancak yazının gücü ve önemi ile birlikte en güçlü devrim yazı devriminde yapılmış.
Harf Devrimi
1 Kasım 1928
Yazı dilinde kullanılan Arap harflerinin yerine Türk harflerinin alınmasını sağlayan Harf Devrimi, okur-yazarlığı yaygınlaştırmak ve cehaleti kısa zamanda gidermek için yapıldı. Atatürk'ün emriyle bir komisyon kurulup yeni Türk alfabesi hazırlandı. Böylece Türk ulusu da çağdaş dünyanın kullandığı yazıyı kullanmaya başladı.
Yaşamın sonsuz olasılıkları birarada sunması belki de onu bu kadar gizemli ve çekici yapmakta. İlginçtir ki bazı özel günler bazı özel kişileri de doğuruyor. Örnek mi? 29 Ekim 1933 yılında bir cumhuriyet kutlaması sırasında dünyaya gelen yazar
Muzaffer İzgü, Hoca'ya sohbette ilettiğimizde bu durumu o güzel gülüşüyle ”İyi ya ne güzel bandoyla geldim dünyaya” der.
Dönelim yazı tarihine, tarih 1928... Bu yılda da çok özel birisi dünyaya geliyor, Anıtkabir'e gittiğinizde o enfes mimarinin içerisine girmeden kapının her iki tarafında koca sütunlarla yazan Gençliğe Hitabe ve Nutuk'un nasıl yazıldığı hikâyesini, Ulu Önder Atatürk'ün oraya naaşı koyulurken neler yaşandığını, Ata'nın o meşhur K. Atatürk imzasının nasıl meydana geldiğini ve en önemlisi bir tarihe tanıklık etmek ve bir çınar'ın köklerini takip etmeye hazır mısınız? Adana'ya Güç Verenler başlığı altında Altın Oran Düşünce ve Sanat Platformu'nca bir tarihin ayna tutularak yansıtılması ve bunlara tanık olmam.
Gözlerinizi açın harfler arasında yolculuğumuz başlıyor.
Hikayemiz 1928 Yılı'nda Tarsus’un Göçük Köyü'nde doğan ve kendisini “Efendim, bendeniz, yeni yazı sanatçısı olarak, Gazi Mustafa Kemal’in en önemli devrimi, Yazı Devrimi’nin
devamıyım.” diye adlandıran Hattat Etem çalışkan'ın hikâyesi.
Erkan YELEKÇİ
FERDANE BAYILDIRAN
Kentlerin ruhu o kentteki insanların içine işler. Adana’nın ruhu Adana insanının içine işlemiştir. Bu bereketli topraklar binlerce yıldır çeşitli medeniyetlere hayat vermiştir. Çukurova’nın bu üretkenliği ve paylaşımcılığı yıllar boyunca bu topraklardan birçok
değerin yeşermesini sağlamıştır. Bazen futbol tarihimizin akışını değiştiren bir teknik direktör, bazen milyonları kendisine hayran bırakan bir şarkıcı, bazen de ilkleri başaran bir yönetmen. Türkiye’nin neresine giderseniz gidin, Adana deyince insanların aklına yarattığı değerler gelir.
Bugün sizlerle bu değerlerden birinin hayatına bambaşka bir pencereden bakacağız. Hayata ve insana farklı bakan ve mesleğine 33 yılını vermiş bir eğitimcinin hikâyesini okuyacağız. Bu hikâyenin içinde zaman zaman geçmişe gidecek, zaman zaman ezberlerinizi bozacaksınız.
Hikayemizin kahramanı Ferdane Bayıldıran, öğrencilerinin diliyle “Ferdane Hoca”.
Yarattığı eğitim kurumlarıyla ve yetiştirdiği yüzlerce öğrencisiyle “Adana’ya olan borcunu ödeyen”, yıllardır bizlere öğretilen ezberci eğitim modelini değiştiren hocamızın hayatını okuduğumuzda aklımıza şu söz gelecek: “Kadın başarır!”
Ö.Özgür ONAR
Nazan Gökkaya
Diğer Yazıları
Tüm Yazıları