Ali Özgentürk'ün Gözünden Adana ve Adanalılar
Ali Özgentürk Kimdir ?
Hayatını eğitime adamış ünlü berber Süleyman Özgentürk’ün 9 çocuğundan en büyüğü olan Ali Özgentürk, 1945 yılında Adana’da doğdu. Çocukluğu Havuzlubahçe-Saydam caddesinde geçen Ali Özgentürk; Tepebağ İlkokulu-Ortaokulu ve Adana Erkek Lisesinde öğrenim gördü. Henüz 17 yaşındayken kurduğu “Gençlik Kültür Derneği” ile; tiyatro ve yazın sanatının içinde yer aldı. 1960 Anayasası’nın estirdiği rüzgarla; gençlik hareketlerinin içinde aktif görevler üstlendi. 1964 yılında İstanbul Üniversitesi’ni kazanarak Adana’dan ilk kez ayrıldı. İstanbul’da Felsefe ve Sosyoloji okurken bir yandan da siyasal ve sanatsal etkinliklerin içinde daha aktif olarak yer aldı… Öyle ki, okuduğu branştan koparak yönünü tamamen sinemaya çevirdi. 1974 yılında Atıf Yılmaz ve Yılmaz Güney’e kamera asistanlığı yaparak profesyonel anlamda sinema yaşamına başladı. Sinema’da senarist, yönetmen ve yapımcı olarak onlarca filme imza attı. Sinema tarihimizde önemli yer tutan, Cengiz Aytmatov’un ünlü romanından uyarlanan, Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Selvi Boylum Al Yazmalım’’ adlı filmin senaryosu da Ali Özgentürk’e aittir.
Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı, yapımcılığını üstlendiği “SÜRÜ’’ adlı filmde; Yılmaz Güney ve Zeki Ökten’in yanında yardımcı yönetmen olarak yer aldı (1978). 1979 yılında senaryosunu Onat Kutlar’la birlikte yazdığı ve yönetmenliğini üstlendiği ilk uzun metrajlı filmi “HAZAL’’; Yılmaz Güney’den sonra sinemamızda farklı bir kilometre taşı, farklı bir perspektif olarak kabul edildi. Başrolünde Türkan Şoray, Talat Bulut, Harun Yeşilyurt, Hüseyin Peyda ve Meral Çetinkaya’nın yer aldığı film ulusal ve uluslararası alanda ödüller alarak (Lahey Film Şenliği 1980 Büyük Ödülü, 29. Mannheim Film Festivali Büyük Ödülü ve Halk Ödülü,1980 Prades Şenliği En iyi Film Ödülü, San Sebastian Film Şenliği 1980 Büyük Ödülü vs), Türk Sineması’nda yeni bir tarz ve yönetmenin habercisi oldu. 1981 yılında çektiği 2. Filmi “AT’’ ile yapımcılığa da soyundu. Kurduğu Asya Film ile bundan sonrasında bütün filmlerinin yapımcılığını da üstlendi. Genco Erkal, Harun Yeşilyurt ve Güler Ökten’in oynadığı “At” filmiyle Brezilya Sao Paolo ve İspanya Valencia Film Festivallerinde İkincilik Ödülü, Tokyo Film Festivali Büyük Ödülü’nü aldı. “At”, 1982 Antalya Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödüllerini, 1983 yılında da Sinema Yazarları’nın En İyi Film Ödülü, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ve En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülleri’ni aldı.
12 Eylül askeri darbesi sırasında yurt dışındaydı. Ama soruşturmalar ve kovuşturmalardan payına düşeni aldı elbette. Yüzlerce Aydın’ın ödediği bedel gibi; 1980-1983 yılları arasında davalarla boğuştu. Cunta lideri Kenan Evren’in talimatıyla; 1982 yılında 9 ay boyunca nedeni açıklanmayan biçimde tutuklu kaldı. Bazı filmleri ve belgeleri yakıldı.Türk Sinemasında belirli bir estetik kaygı ve düşünüşle yer alan diğer filmleri şöyle sıralanabilir; “Bekçi (1985)’’- “Su Da Yanar (1987)’’ – “Çıplak (1993)’’ – “Yer Çekimli Aşklar (1995)’’ – “Mektup (1997)’’ – “Sır (1997)’’ – “Balalayka (2000)’’ – “Kalbin Zamanı (2004)’’ – “Yengeç Oyunu (2008)” – “Görünmeyen (2010)’’
Abidin Dino Parkı’nın açılışının ardından eşim Semiran’la birlikte, Adana Sanayi Odası’nda Sinematek’de “Ali Özgentürk’le Söyleşi’’ ye koşturduk. Az önce yaşadığımız coşkulu park açılışı sonrası usulca koltuklarımıza oturduk. Büyük usta anlattıkça, içini döktükçe O’nu daha iyi anladığımı düşünmeye başladım. O katı, granit gibi sert görüntünün altında; yaşanmışlıkları-yaşanamamışlıkları, vefayı ihaneti, üretim çabasını karşılıksızlığı, umut ve umutsuzlukları sezmeye başladım. İyi ki bu söyleşiyi izlemiştim ve keşke daha fazla sürseydi. Çünkü; usta buna hazırdı. O aslında söyleşi yapmıyordu belli ki uzun yıllardan sonra ilk kez kendi memleketinde kendisiyle bir hesaplaşma yaşıyordu...
Gece dersime biraz daha hazırlanmış bir öğrenci edasıyla, yanıma Semiran’ı da alarak 6 Haziran Çarşamba saat 10.00 sularında Hilton Otel’in lobisindeydik. Yaklaşık 10 dakika sonrasında nehir söyleşi tabir edebileceğimiz sohbetimiz başladı. Otelin lobisindeki ortam o denli rahat ve güzeldi ki hiç kesintiye uğratmadan orada sürdürdük konuşmamızı. Yaklaşık 2 saatlik söyleşimizde çok sık sorular sormadık usta’ya. Sağolsun o da sormamıza gerek bırakmadan coşkuyla ve çırılçıplak yalınlığıyla paylaştı bütün duygu ve düşünüşlerini...
Ali Özgentürk ile önce Hilton Oteli’nde daha sonra babaocağında görüştük.
Metin Bahçivan: Ali Özgentürk’ün yetiştiği Adana nasıldı? Bugünle karşılaştırdığınızda en temel farklar nelerdi?
Ali Özgentürk: İlk kez 1960 yılında Adana’da Devlet Tiyatrosu’nun kurslarıyla başladım tiyatro yaşamıma. O zamanlar sanat ve kültür sanki daha heyecanlıydı, daha çok ilgi topluyordu. O dönemde Devlet Tiyatrosu’nun dışında arkadaşlarımla kurduğum bir tiyatro grubu vardı. Köylere, fabrikalara oyun sergilemeye gidiyorduk. Müthiş bir coşku ve heyecanla karşılanıyorduk. Arslanköy’den Kozan’a, Ceyhan’a dolaşmadığımız yer kalmamıştı neredeyse. Tiyatronun yanı sıra sinema da çok farklı ve heyecanlıydı. Bir ara o zaman çıkan “Bugün” gazetesinde film eleştirileri de yazmıştım. Yılmaz Güney, Demirtaş Ceyhun, Nihat Ziyalan, Faruk Ergöktaş gibi bizden önceki ağabeylerimizin Adana’da bıraktıkları bir miras vardı. Şiir matineleri, dans partileri, hergün yazlık bir sinema, protesto yürüyüşleri sık sık yaşanırdı. Şiir, estetik, aşk, protesto, kavga, diyalog şehrin iklimine hakimdi.
M.B.: Peki bu bir süreç miydi? O dönem ve iklim bunu gerektiriyordu da onun için mi bunlar yaşandı? Şimdi nasıl bu duruma geldik?
A.Ö.: Bizim en büyük hastalığımız; sürekli yakınmak, şikayet etmek, ağlamak. Onyıllar boyunca bu bir edebiyat tarzı, bir müzik tarzı, bir sinema tarzı olarak işlendi. Hatta Sol edebiyat eşittir ağıt yakmaktı. Demek ki böyle bir şeye ihtiyaç vardı ama bu dönem sona erdi, Mevlana’nın dediği gibi; “Dünle beraber gitti cancağızım. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”1965 ve sonrasında bizim gençliğimizi yaşadığımız dönemde Türkiye’de 27 Mayıs sonrası özgürlük rüzgarları esiyordu. Dünyada da özgürlükçü hareketler yaşanıyordu. Şunu söylüyorduk biz; “Ey bizden büyükler, politikacılar, eski kafalılar siz bizi kandırdınız. Hep bize iyilik yapacağınızı söylediniz, hep kötülük yaptınız. Yoksulları daha yoksul, zenginleri daha zengin yaptınız. Irkçılık ve adaletsizlik ürettiniz. Biz şimdi yeni şeyler söylemek istiyoruz. Felsefe, edebiyat, adalet, aşk, gökyüzü, emek, her konuda söyleyecek yeni kelimelerimiz var. Marx’ı, Nazım Hikmet’i, Mehmet Akif’i, Yunus Emre’yi yeniden yorumlamak istiyoruz.” İşte bunlara yakın şeyler söylüyorduk o zaman. O zamanki Adana’nın ünlü kahramanı Yalın Ayak Kemal gibi yürüyüş yaparken, Selo’nun meyhanesinde kafa çekerken, eski istasyonun orada sevgilimizle gizlice buluştuğumuzda şiir okurken, köylerde tiyatro yaparken, kendi dünyamızı konuşuyorduk. Hatta Samuel Becket gibi anlaşılması imkansız olan bir yazarın “Godot’u Beklerken” oyununu bile pamuk işçilerine oynuyorduk. Biz de biraz tuhafmışız ama değil mi?Tüm dünyada özgürlük hareketleri farklı biçimlerde kendini gösteriyordu: Amerika’da sokak tiyatroları, Fransa’da öğrencilerin Paris’i işgal etmesi, İngiltere’de işçilerin sokak direnişleri… Dörtyol kavşağında Sabahat Abla’nın “Kitap Sarayı’’ adlı dükkanı vardı. Piyasaya yeni çıkmış bir kitabı duyduğumuzda sabahın altılarında kitapçının önüne gidip açılmasını beklerdik.
M.B.: Çağ ne kadar hızlı değişiyor değil mi?
A.Ö.: O zamanlar her sabah Adana’dan Mersin’e giden bir buharlı lokomotif vardı. Bu tren akşamları da Adana’ya geri dönerdi.Bazı gençler sevgilileri ile sabah bu trendeki vagonlara ayrı ayrı binerler, tren hareket ettikten bir süre sonra sevgililer yan yana koltuklarda buluşurlardı. Mersin’de biraz el ele dolaşır, akşamları aynı trenle Adana’ya dönerlerdi. Adana’ya yaklaşınca kızlar ve erkekler bir yabancı gibi ayrı ayrı vagonlara dağılırlardı. Şehrin gençleri işte böyle bir hayat tarzı sürmeye mahkumlardı. Mersin ise bu konularda Adana’ya göre sanki biraz daha rahat ve özgürdü.
M.B.: Adana’nın Dünya görüşünüzün oluşmasına,sanatsal üretkenliğinize ve sanatsal üretimdeki tavrınıza duruşunuza etkileri katkıları nasıl olmuştur?
A.Ö.: Gençlik Kültür Derneği’ni kurmuştuk arkadaşlarla, başkanı da bendim. Hatta toprak reformu ile ilgili bir yazımı “Yön Dergisi” yayınlamıştı. Belediye Başkanı Ali Sepici’den aldığımız tiyatro salonunda ağzına kadar dolu bir seyirciyle oyunlar oynardık. O sıralarda İşçi Partisi’ne yaşım 18’i tamamlamadığı için üye olamıyordum ama partinin eylemlerinde zaman zaman yer almıştım. Zannediyorum 1964 yılıydı Mehmet Ali Aybar, Yaşar Kemal ve Çetin Altan parti toplantısı için Adana’ya geldiler. Pehlivan Palas Oteli’nin önünde çok büyük bir kalabalık toplanmıştı. Bu üç büyük insan benim idollerimdi. Üçü de Pehlivan Palas Oteli’nin balkonundan halka çok etkili konuşmalar yapmışlardı. Ben ise o balkonda onların yanındaydım. Yaşar Kemal ile o balkonda tanıştım. “Sen çok yamansın delikanlı, İstanbul’a gelince beni mutlaka ara” demişti. Gerçekten de aradım ve ömrüm boyunca Yaşar Ağabey desteğini benden esirgemedi. Yaşar Ağabey’in bana “yamansın” demesinin sebebi şuydu: yüzlerce Adana’lı genç arkadaşı toplamıştım. Çakmak Caddesi’nin başından taa Pehlivan Palas Oteli’nin kapısına kadar iki taraflı olmak üzere “bu üç usta”yı korumak amacıyla insanlardan bir koridor yapmıştık. İstanbul’a gittiğimde doğruca İşçi Partisi’ne gittim üye olmaya. Çok sevdiğim sosyalist lider Mehmet Ali Aybar’ı, çok sevdiğim Şair Edip Cansever’le tartışırken gördüm. Bu iki sevdiğim insanın tartışmalarına çok üzüldüm ve partiye üye olmaktan vaz geçtim... O günden bu yana legal,illegal hiçbir parti grup ya da örgüte üye olmadım. Hep bağımsız kalmaya çalıştım. Bilmiyorum becerebildim mi?
Biz merak kuşağıydık. Her şeyi merak ediyor, araştırıyorduk; bilimi, felsefeyi, edebiyatı… Bu nedenle de geçmişimizle bağ kurup öğrenmeye, yön bulmaya çalışıyorduk. Okumaya, sanata aç kurtlar gibi saldırırdık. Daha Tepebağı Ortaokulu’ndayken Ramazanoğlu İl Halk Kütüphanesine gider 1940’larda çıkan klasikleri okumaya çalışırdım. Bugünün Adana’sına gelince hiç şikayet etmeye gerek yok. Adana’nın yine çok hareketli, yine çok zengin bir dünyası var, tiyatroları, genç şairleri, genç sinemacıları var. Çok etkili insan ilişkileri var. Aman eskiden ne güzeldi şimdi çok kötü gibi sahte bir nostaljiye ihtiyaç yok. Altın Koza’sı var, Altın Oran’ı var, Haluk Uygur, Sinan Tanyıldız, Orhan Apaydın, Halil Tüm gibi bu şehrin yaratıcı ve dinamik ruhuna sahip çıkanları var.Altın Oran Kuruluşu’nun davetiyle 2012’nin Haziran ayında on gün kaldım Adana’da. 1965 yılından bu yana ilk defa, çocukluğumun şehrinde bu kadar uzun zaman geçirdim. Müthiş zengin duygular yaşadım. Hele Adana Belediye’sinin Abidin Dino Sanat Parkı’nı açması beni çok heyecanlandırdı. Gelecek onyıllarda binlerce genç Adanalının, Abidin Dino, Yaşar Kemal, Orhan Kemal heykeliyle tanışacak olması çok önemlidir. Bir sabah saat altı sıralarında bu parka gittim, işe giden küçük çocukların bu heykellerin çevresinde dolaştıklarını, merakla gülüşerek oynadıklarını görünce Adana ile ilgili film yapma isteğim yine kabardı, heyecanlandırdı beni. Bu dünyadan göçüp gitmeden önce bu şehrin karakterlerini, ruhunu anlatan bir film yapmak en büyük arzularımdan biri doğrusu.
M.B.: İlk gençliğimde tanışma onuru ve keyfine eriştiğim babanız Süleyman Özgentürk’ün yetişmenize katkısı nedir? 1980 darbesi sonrasında sizin aylarca tutuklu kaldığınız süreçte; babanızın elinde gazete küpürleri, fotoğraflarla dolaşmasını ve onur ve hüzünle sizi ve eserlerinizi anlatışını hiç unutamıyorum…
A.Ö.: Babam benim idolümdü; aslında Alexi Zorba’ya benzerdi… Kendi kendini yetiştirmiş bir köylü… Babam hep kendi kendini sorgululardı ve derdi ki; “Ben bir pamuk işçisinin oğluyum, ben yanlış büyüdüm ama çocuklarımı yanlış büyütmeyeceğim…’’ Gece, gündüz çevresine, mahallesine nasıl yardımcı olabilirim diye yaşardı. Tam bir cumhuriyet düşüncesi militanıydı. Doğduğum evin bulunduğu mahalleye okul yaptırmak için Ankara’lara taşınırdı. Valilerin kapısını aşındırmış ve mahallemize elektriği, suyu getirmişti. Evimizin bir odasını CHP’nin “OCAK”ı yapmıştı. Bizim eve İsmet Paşa da gelmişti, küçükken elini öpmüştüm. Düşünsene Havuzlubahçedeki evimize İsmet İnönü, Kasım Gülek, Kemal Satır gelirdi… Bana sorarsan; “neden baban zengin olamadı diye..’’ “Cumhuriyet Gazetesi okuduğu için’’ diye cevap veririm.Bir yandan dokuz çocuğunu geçindirmek için berberlik, sünnetçilik yapar, bir yandan Cumhuriyet gazetesini ilanlarına kadar okur, bir yandan da CHP için çalışırdı.Babamın en büyük amacı yoksul olduğumuz bütün çocuklarının eğitim görmesiydi. Şehrin eşrafının yanı sıra Yaşar Kemal, Abidin Dino gibi sanatçılar da onun müşterisiymiş eskiden… (1980 yılında Abidin Dino ile Paris’te ilk tanışmamda kimin oğlusun diye sordu bana. Babamın adını söyleyince çok duygulandı. Çizdiği küçük bir resmi verdi “Bunu babana götür” dedi. Şimdi Abidin Dino’nun bu resmi, ailemizin hediyesi olarak Adana Sinema Müzesi’nde bulunuyor.) Babam az ama öz ve net konuşurdu, CHP’li olmasına rağmen Demokrat Parti’liler de onu çok severdi. Ben beş, altı yaşlarındayken babamın berber dükkanında çıraklık yapardım. Dükkanın masasında bütün gazeteler ve dergiler olurdu. Toprak ağaları, işçiler, bürokratlar dükkanda sohbet ederlerdi. Memleketi konuşurlardı, fıkra anlatırlardı. Tam bir sohbet ve tartışma ortamıydı.
Bu dükkan bir okul gibiydi. Bu ortamda yaşayınca yoksul olmamıza rağmen bana müthiş bir güven gelirdi. Babamla birlikte, bu dünyada bir ağırlığım ve yerim olduğunu düşünürdüm. Babam çok mücadeleciydi ve kendine müthiş bir güveni vardı. Ben babamın kuvvetli olduğu bir dönemde büyüdüm. Ama son dört çocuğunda, özellikle 1980 darbesi sonrasında bu özgüvenini kaybetti. Hele bir dönem var ki; ben İstanbul’da, Nebil İzmir’de, Nilgün ise Adana’da tutukluydu… Bu durum onu çok yıprattı, artık eski ilişkileri ve kuvveti kalmamıştı. Birçok arkadaşı da 12 Eylül korkusundan babamdan uzaklaşmışlar, ortadan kaybolmuşlardı. Yeri gelmişken söyleyeyim, “Babaevi”ni bütün kardeşlerimin heyecan duydukları bir kararla, babamıza layık olmak için Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’na verdik. Şimdi o evde imkanı az olan ailelerin çocukları eğitim görüyor.
M.B.: 1964 yılında Adana’dan ayrıldınız, İstanbul’a Üniversite öğrenimi için gittiniz ve bir anda siyasal ve sanatsal etkinliklere daldınız. Bu süreç nasıl gelişti?
A.Ö.: Adana Lisesi’nin ikinci sınıfındayken duvarda bir afiş gördüm: Oğuz Aral ve arkadaşlarının Ağba pavyonunda pandomim yapacağını duyuruyordu. Çok şaşırdım. Bir Adana pavyonu düşünün, bir de pandomim grubunu. Ne ilgisi var? Adana böyle bir şehirdi işte. Pavyonda dört gün boyunca pandomim gösterisi yaptılar. İlk gece onları seyretmeye gittim ve onlarla tanıştım. Ölünceye kadar arkadaşım olarak kaldılar. Bu tanışmadan iki yıl sonra İstanbul’a gittiğim de onları aradım ve onlarla birlikte sanat çalışmalarına devam ettim. Türkiye Milli Talebe Federasyonu’nun tiyatro kulübünde onlarla birlikte birçok oyun oynadık. Ayrıca “Petrol Millileştirilmelidir”, “Eğitimin Kalitesi Artırılmalıdır” gibi çok masum sloganlarla yürüyüşler yapardık. 1968 kuşağı olarak şairler, aktörler, yazarlar, mühendisler, doktorlar, gazeteciler, işçiler hep bir aradaydık. Yeni bir dünya için uğraşıp dururduk. Silahla hiç işimiz olmadı, nefret ederdik silahtan.
M.B.: 1987 yılında çektiğiniz “Su da Yanar” filminde bir sahnede; aniden yaşlı bir Adana’lı kadın Portakal bahçesinde Arapça bir ağıta başlar. Beni çok etkileyen hala unutamadığım bu sahneyi neden çekme gereksinimi duydunuz diye sormak istiyorum.
A.Ö.: Bu film bir yönetmenin, yani benim yarı biyografik filmimdi. Oradaki yaşlı kadın da benim babaannemdi. Onu 100 yaşında öldüğünü söylerlerdi, nüfus kağıdı yoktu zaten. Benim İstanbul’a gideceğimi duyunca 6 ay önceden ağlamaya başlamıştı. Çocukluğumda annemden daha fazla babaannemin bende emeği vardır. Son dönemlerinde iyice yaşlanmıştı. Bir işim var diye çıkar,şehrin bir yerlerinde kaybolurdu. Sonra birileri alıp eve getirirdi. Nereye gittin diye sorduklarında Ali’yi yani beni aramaya gittiğini söylerdi; oysa ben İstanbul’daydım. Bazen de Mehmet’i aramaya çıktım derdi, Mehmet de ilk sevgilisi ve kocasıymış meğer. İşte “Su da Yanar” filmimde nenemle ilgili duygularımı ifade etmek için o sahneyi çektim.
M.B.: Zaman ayırdığınız için teşekkürler sevgili üstadımız. İzniniz olursa şimdi Havuzlubahçe’deki babaevine gidelim; biraz orada ayak üstü sohbet edelim ve birkaç kare fotoğraf alalım. Hızla otomobilimize biniyoruz ve 7-8 dakika sonra Havuzlubahçe’deki babaevine varıyoruz. Avlu kapısından içeri girer girmez hızlı adımlarla bahçeye giriyor Ali Özgentürk, ben de peşinden elbette. Heyecanla anlatmaya başlıyor; “Şu turunç ağacını görüyor musun Metin? 1980 darbesinde ben yurtdışındaydım. Ne olur ne olmaz diye Adana’ya babamlara göndermiştim bazı film negatiflerini ve fotoğrafları. Teneke kutularla bu ağacın altına gömdüler. Aylarca bu ağacın altında kaldı.’’ Darbeden 1 yıl sonra herhangi bir sorun olmadığını zannederek ağacın altından çıkarıp İstanbul’a götürdüm onları. Ama kovuşturmalar soruşturmalar devam etti, evim ve ofisim basıldı ve tenekelerden çıkardığımız o negatif filmler ve fotoğrafları polisler götürdü... Bir daha da izlerini bulamadık.
Avlunun beton zemininde duruyoruz. Çocuklar tarafından boyanmış duvarı göstererek; “Buraya bir atölye yapmak istiyorum. Yurtdışından yazarlar, aktörler, felsefeciler ve sanatçılar davet edeceğim ve burada her konuda dersler verilecek. Bu yoksul mahallelerin genç insanlarına belki bir yararı olur.”Türk Eğitim Gönüllüleri Vakfına bağışlanmış evin üst katına çıkıyoruz. Girişte babası Süleyman Özgentürk ve ailenin tüm fertlerinin fotoğrafları panoda. Duruyor, büyük bir duygusallık ve sevecenlikle tek tek ilgileniyor ve kardeşi Ahmet’e soruyor; “Bu kaç yılında çekilmişti 1975 mi acaba?’’Dakikalarca bahçeyi inceliyor, ağaçları elliyor ve havayı derin derin içine çekiyor. Yavaşça ayrılıyoruz evden… O sert mizaçlı görünen granit adam gitmiş; bizim mahallenin ilk okuyan yazanı Ali abimiz gelmişti…
ali özgentürk bu ülkede görmezden gelinen ender sağlam yönetmenlerimizdendir... yaşam felsefesi nedeniyle buna maruz bırakılmış onurlu bir insandır... açık sözlülüğü gerçekleri duymak istemeyenler için ciddi sorun :-) aracılığınızla saygılarımı sunuyorum...