ANTİK ÇAĞDAN GÜNÜMÜZE TARSUSLU HEKİMLER
Tarih İçinde Bir Başkent: Tarsus
Tarsus Anadolu’nun en eski kentlerinden biri olarak biliniyor. Kentin geçmişi; günümüzden 10 bin yıl öncesine kadar uzanıyor.
Adı değişmeden günümüze kadar gelen az sayıdaki kentten biri olan Tarsus’un adının kaynağına ilişkin farklı bilgiler ve efsaneler vardır. Ancak araştırmalar, Tarsus adının bir Asur tanrısı olan Şanta Baal Tarz’dan geldiğini ortaya koymaktadır.
Tarsus Gözlükule höyüğünde yapılan kazılar sonucu, kentin tarihsel geçmişini belgeleyen önemli buluntular ortaya çıkarıldı. Amerikalı araştırmacı Hatty Goldman tarafından 1947-53 yılları arasında burada iki kez yapılan kazılarda, değişik medeniyetlere ait 33 katmana rastlanmış, neolitik ve kalkolitik dönemlere ilişkin buluntular elde edilmiştir. Tarsus tarihine ışık tutan araştırmalar, burada yaşayan neolitik çağ insanları ile yerleşik yaşama geçen toplulukların izlerini ortaya koymaktadır. Kentin ilk yerli halkının ise Luvi’ler olduğu sanılmaktadır.
Tarsus, Antik Çağ’da nehir tanrısı anlamına gelen Kydnos (Cydnos), Araplar döneminde ise soğuk su anlamına gelen Berdan çayının kıyısına kurulmuştur.
Eski Tunç Çağı M.Ö. 2300 yıllarına kadar gelir. Daha sonra Orta Tunç Çağı yaşanır. Kizuvatnalıların bölgeyi ele geçirmesi ile birlikte Tarsus, bölgenin başkenti olur. Bundan sonra M.Ö. 1350-1200’lü yıllarında Hitit’lerin egemenliği altında kalan kent Akhalıların eline geçer. M.Ö. 1100-600 dönemi (Demir Çağı) Kue Krallığının başkenti olur. Bunu uzun bir Asur dönemi izler. Tarsus M.Ö. 630-547 yılları arasında Bağımsız Krallığının başkentidir. Ardından kent Perslerin hâkimiyeti altına girer.
Tarsus, Antik Çağda kendi sikkesini basma (darp etme) yetkisine sahip az sayıdaki ayrıcalıklı kentlerden birisidir. Kentin ilk gümüş sikkeleri ise M.Ö. 425’de Persler döneminde basılır. Büyük İskender’in darphanelerinden biri de Tarsus’tadır.
M.Ö.1. yüzyılda Pers etkisiyle pagan dinin bir kolu olan Mithra kültü ortaya çıkar ve yayılır. Tarsus’ta öne çıkan Stoa felsefesi de Mithra tapınım kültünden esinlenir.
Tarsus’un Roma egemenliği altına girmesi ise M.Ö. 92 ile başlar, M.S. 395 yıllarına kadar sürer. Kent bu dönemde Kilikya Eyaletinin başkenti olur. Cicero, Tarsus’ta bir yıl Kilikya Valisi olarak görev yapar. Roma dönemi içerisinde, Caesar M.Ö. 47’de Tarsus’a gelir. Bunu M.Ö. 41 Yılında Romalı komutan Marcus Antonius ile Mısır Kraliçesi Cleopatra’nın Tarsus’ta buluşması izler. Antik Çağın Tarsuslu filozoflarından Athenedoros M.S. 15 Yılında Tarsus’a gelir ve bir süre kentin yönetimini üstlenir. Strabon’un aktardığına göre, Athenedoros’tan sonra kenti, yine stoacı düşünürlerden olan Nestor yönetmiştir.
Yahudi bir aileden gelen ve Hristiyanlığın kurucusu olan St. Paul (Aziz Paul) M.S. 8 yılında Tarsus’ta doğar.
M.S. 120’de İmparator Hadriyanus Tarsus’a gelir. M.S. 395-637 yılları arasında bölgede Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) egemenliği sürer.
Burada, sadece özetleyerek kesitler sunmaya çalıştığımız kısa tarihçe, Tarsus’un geçmişinde yer alan Hitit’lerden başlayarak Asur, Pers, Helenistik Çağ, Roma ve Doğu Roma (Bizans) Selçuklular ve Osmanlıların egemenliğinden sonra cumhuriyete kadar geçen süreçte, uygarlıkların nasıl üst üste bir kültür birikimi yarattığını ortaya koymaktadır.
Vurgulamak gerekir ki, birçok açıdan Tarsus, en parlak çağlarından birini Roma İmparatorluğu döneminde yaşar.
Kimi kaynaklara göre, Tarsus’ta 200 bin kitaptan oluşan bir kütüphane bulunmaktaydı. Bu kitaplar, daha sonra Cleopatra ve Antonius tarafından gemilere taşınarak, Mısır’ın başkenti İskenderiye Kütüphanesi’ne götürülmüşlerdir.
Tarsus, Antik Çağ’da Anadolu’da olimpiyat oyunlarının yapıldığı az sayıdaki kentten biridir. M.Ö. 2 yüzyıla ait Tarsus sikkelerinde olimpiyatlarda gerçekleşen sporların betimlemeleri yar alır.
Roma İmparatorluk döneminde Tarsus Kilikya eyaletinin başkentidir. Tarsus’u önemli kılan olgulardan birisi kentin Suriye-Mezopotamya geçiş yolları üstünde olmasıdır. Antik Çağ’da Tarsus, Akdeniz dünyasının canlı bir liman kentidir. Bu özellikler, Tarsus’un hem ticari hem de siyasi bir merkez olmasını sağlamıştır.
Antik Çağ’da Tarsus, felsefe okullarının bulunduğu ve filozofların yetiştiği bir kent olmanın yanı sıra tıp açısından da önemli bir yerdir.
Tarsus’a ilişkin çok sayıda efsane bulunmaktadır. Bunlar içinde en bilinenleri Pegasus, Perseus, Orpheus, Şahmeran, Yedi Uyurlar ve Lokman Hekim efsaneleridir.
Tarsus’ta 1984 yılında, Barbaros Hayrettin Lisesi’nin bahçende, zeminin 3-4 metre altında antik döneme ait sağlık merkezi bulunmuştur. Berdan Nehrinin (Kydnos) asıl yatağının yanı başında halkın şifa bulmak amacıyla kullanıldığı sanılan bu yapıda çok sayıda oda ve mozaik resim ile fresklere rastlanmıştır.
Burada ortaya çıkan ve kazı yapılmayı bekleyen sağlık merkezinin varlığı, Antik Çağ’da Tarsus’ta sadece felsefe de değil, tıp ve eczacılık alanında da çalışmalar yapıldığını göstermesi açısından önemlidir. Söz konusu yapının, mitolojideki sağlık tanrısına ait Asklepios tapınağı olduğu tahmin edilmektedir.
Anadolulu gezgin Strabon: “Bu kenttin bilginlerinin sayısını en çok Roma söyleyebilir…”
Antik Çağ’ın ünlü gezginlerinden Amasyalı Strabon yapıtının Anadolu ile ilgili cildinde, yaşadığı çağda geldiği Tarsus’a ilişkin gözlemlerini ve öğrendiklerini şöyle açıklıyor:
“Tarsos’a gelince o bir ovada uzanır. İo’yu araştırmak üzere Triptolemos’la birlikte dolaşan Argoslular tarafından kurulmuştur. Kent, Kydnos nehri tarafından ortasından ikiye bölünmüştür ve nehir gençler gymnasionunu yalayarak akar. Nehrin kaynağı çok uzakta değildir ve suları dar ve derin bir dereden geçer; hem hızlı akar, hem de soğuktur; bu nedenle eğer sularına girilirse damar şişmesinden, sinirlerin gerilmesinden sıkıntı çeken insanlara ve davarlara yararlıdır. (C-673 V, 12)
Tarsos’ta halk kendini büyük bir şevkle sadece felsefeye değil aynı zamanda genellikle bütün öğrenim dallarına bağlamıştır. Kent bu konuda Athena’yı ve Aleksandria’yı veya filozofların dersleri ve okullarıyla anılan herhangi bir yeri geçmiştir. Fakat burası diğer kentlerden o kadar farklıdır ki öğrenmeye düşkün olanların tümü yerlilerdir, yasancılar burada misafir kalmak eğiliminde değildir; yerliler de burada kalmaz, onlar öğrenimlerini dışardan tamamlarlar ve tamamladıktan sonra da dışarıda yaşamaktan hoşlanırlar, pek azı ana vatana döner. Bu durumun zıttı Aleksandria dışında az önce saydığım kentlerde görülür. Onların sık sık gittiklerine ve gittikleri yerde hoşça vakit geçirmelerine karşın birçoğunun ne öğrenme aşkına yurtlarında dışarı gittiğini, ne de öğrenimlerini yurtlarında izlemeye istekli olduklarını görürsünüz. Aleksandrialılarda her ikisi de vardır. Onlar birçok yabancıyı kabul ederler ve kendi kentlerinden de pek çoğunu dışarıya gönderirler. Tarsos kenti her tür retorik okullarına sahipti ve genellikle gelişen ve güçlenen halkı ile bölgenin başkenti olma ününü korudu”. (Strabon, 13)
Aşağıdaki kimseler doğuştan Tarsosludur: Stoiklerden Antipatros, Arkhedemos ve Nestor ve keza iki Athenodoros ki bunlardan biri Kordylion olarak adlandılır ve Marcus Cota ile birlikte yaşamış ve vatanında ölmüştür. Bir köyden adını almış olan diğeri ise Kananites adını taşır ve Sandon’un oğludur ve Caesar’ın hocası olup onun tarafından çok onurlandırılmıştır. Tarsoslu diğer filozoflar arasından “iyi olarak sözünü edebileceğim ve adını verebileceğim” kentten kente dolaşarak yetenekli bir şekilde okullar yöneten filozoflardan olan Plutiades ve Diogenes vardır. Diogenes esinlenerek veya bir konu verildiğinde çoğunlukla trajik şiir de yazmıştır. Yapıtları hâlâ yaşayan gramerciler arasında Artemidoros ve Diodoros vardır. Pleiades’de adı geçenler arasında en iyi trajik şair Dionysides idi. Fakat bize bu kentin bilginlerinin sayısını en çok Roma söyleyebilir; çünkü o, Tarsuslular ve Aleksandrialılar doludur. İşte Tarsos böyledir. (Strabon)
Antik Çağ’da Bir Eczacı-Hekim: Tarsuslu Areios ve Öğrencisi Anavarzalı Pedanios Dioskorides
Tıp tarihi, insanlığın geçmişi kadar eskilere uzanır. Tıp içerisinde, eczacılığın ortaya çıkışı ve gelişmesinin ise tıp ile eş zamanlı olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Kısacası, ilaç yapımının da geçmişi bu alanın kendisi kadar eskidir. Yerleşik yaşam içerisinde, yaklaşık 10 bin yılı aşan insanlık tarihinde, gerek mitolojilerde, gerekse gerçeklikte tıp ve eczacılık ile ilgili birçok bilgi, belge ve bu alanda kullanılmış aletlerin günümüze kadar ulaştığı söylenebilir.
Bu konuda ilk rastlayacağımız isimler arasında Yunan mitolojisinde yer alan Hekimlik tanrısı Asklepios’tur. Bugün modern tıp ve eczacılığın sembolü olan yılanlı asa ise, bu mitolojik inançtan gelmektedir. Asklepios’a ait resim ve kabartmalarda, çoğunlukla oturur durumda ve sırtında pelerini ve elinde yılanlı asası ile birlikte betimlenir.
Gerçeklikte ise sırasıyla, M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış olan ve tıp biliminin babası sayılan Yunanlı Hekim ve filozof Hippokrates vardır. Aynı şekilde Anadolu’da yaşamış olan Bergamalı Galenos’tan söz edilebilir. Tarsuslu Areios’ta Antik Çağın hekimleri arasındadır. Bir diğer isim de, M.S. 1. yüzyılda yaşamış olan, hekim ve farmakoloji bilgini Pedanios Dioskorides’tir.
Tarsuslu eczacı-hekim. M.Ö. 1 yüzyılda yaşamış olan Areios’a ilişkin hiçbir belge günümüze ulaşmamıştır. Onun varlığını ise Dioskorides’ten öğreniyoruz. Antik Çağ’da, Kilikya Eyaleti sınırları içerisinde yer alan Anavarza kentinde (Ceyhan ve Kozan çevresi) doğmuş olan ve Farmakolojinin babası sayılan Pedanios Dioskorides, İskenderiye’de tıp eğitimi görmüş ve Roma lejyonlarında görev almış.
Dioskorides, Anadolu’da seyahat ettiği dönemlerde, Tarsus’a da gelmiş, burada da çeşitli bitki ve çiçeklerden örnek toplayarak, hocası Tarsuslu hekim Areios (Aryus) ile birlikte eczacılık üzerine çalışmalar yapmıştır.
Dioskorides, ilaçların ham maddesi olan, bitkilerin özelliklerini anlattığı kitabının önsözünde, eczacılık ve ilaçlar üzerine çalışan hocası Tarsuslu Areios’a mektuplar yazmıştır. Bu mektuplar daha sonra kaybolmuştur. Tarsuslu Areios’u, Dioskorides’in yazdığı ve tıp tarihçilerince, Tıp Ansiklopedisi olarak da anılan De Materia Medica (İlaç Bilgisi Üzerine) adlı kitabını, hocası hekim Areios’a ithaf etmesinden öğreniyoruz.
Konunun Tarsus’la ilişkisi açısından bakıldığında, yukarıdan da anlaşıldığı gibi Dioskorides’in, hekimliği dönemindeki araştırmaları sırasında Tarsus’ta bulunduğunu ve Tarsuslu hekim Areios’la birlikte çalışmış olduğunu öğreniyoruz.
Ne yazık ki, Tarsuslu düşünür ve hekim Areios’a ilişkin yukarda aktarılandan fazla bir bilgi günümüze ulaşmamıştır. Ama M.Ö. 1. yüzyılda yaşamış olan hekim Areios’a ilişkin bu bilgi, Tarsus’un antik çağda sadece felsefe alanında değil, tıp ve eczacılıkta da önemli bir yeri olduğunu göstermektedir. (Pişmanlık)
ANTİK ÇAĞIN TARSUSLU KADIN HEKİMLERİ
Cosmas ve Damian
Antik Çağın sonlarına doğru Tarsuslu kadın hekimlerden söz edilebilir. Bunlardan ilki, ikiz kız kardeşler olarak anılan Cosmas ve Damien’dir. Onlara dair elimizdeki bilgiler şöyledir:
“Cosmas ve Damian adında iki ikiz kardeş erken Hıristiyanlık çağında İmparator Diocletianus zamanında Kilikya’da yaşamış ve din çevreleri tarafından “hekimliğin piri” olarak isimlendirilmişlerdi. Milattan Sonra 290-300 yılları arasında idam edilmişlerdir. İkiz kardeş beş çocuklu ailenin çocukları idi. Tanrılara adak vermeyi reddettikleri ve henüz Hristiyanlaşmamış paganları Hristiyanlanlığa kabule ikna ettikleri için başları kesilerek idam edilmişlerdir. Aileleri de Hristiyanlığı kabul etmiştir. Cosmas ve Damian Tarsus’ta doğmuşlar Suriye’de tıp öğrenmişlerdir. Din yayma çabaları dışında, hiç para almadan hekimlik yaptıklarından bunlara anargioroi (Yunanca argiros gümüş demektir) ‘Para Almaz Hekimler’ denmiştir.
Hem kendilerini tıp hizmetine vakfetmişler hem de veteriner hekimlik konusunda çalışmışlardır. Bu çalışmalar bu Tarsuslu hekimleri, kısa sürede harika insanlar konumuna çıkarmıştır. Birçok yöre bu kardeşleri kendi evlatları, kendi hemşerileri gibi benimsemiş ve kendi kentlerinde doğduklarını iddia etmişlerdir. Hem Anadolu halkı, hem Romalılar, hem Araplar hatta İranlılar bile sahip çıkmışlarıdır. Kıymetli insanlara mutlaka uluslar sahip çıkarlar. İşte bu nedenle bizim bu Tarsuslu hemşerilerimize de birçok ulus sahip çıkmıştır.
Cosmas ve Damian ile ilgili olarak beşinci yüzyıl sonunda Halep şehrinde geçtiğine inanılan bir efsane mevcuttur. Gene İstanbul’da 9. yüzyılda adına anıtlar yapılmıştır. Değişik yerlerde doğduğunun iddia edildiğinden söz etmiştik. Bu nedenle, her sene değişik tarihlerde Hıristiyanlar onlar için anma günü yaparlar. 1 Haziran, 17 Ekim ve 1 Kasım. Üç yerde üç değişik ülke bunları anmaktadır.
Katledilmeleriyle ilgili de bazı tereddütler vardır. Önce yargılanmış sonra öldürülmüşlerdir. Kilikya tarihi ile ilgili yazılmış “Sisuan” adlı Fransızca bir eserde Victor Langlois, Cosmas ve Damian’den şöyle bahsediyor “Hristiyanlığın başlangıç dönemlerinde, Ayaş, bir piskoposluk merkezi oldu ve Ovalık (aşağı) Kilikya arşövekliğine bağlandı. İlk Evek, St. Zenobe idi. Kız kardeşi Zenobia ile birlikte M.S. Vali Likyas’ın emriyle 303’te öldürüldüler. Aynı vali, Tarsuslu Cosmas ve Damien’i de öldürtmüştür” demektir.
Eserde verilen dip notunda 14. yy tarihçilerinden Theodor’un, “Kutsal Mekânların Yerleri” adlı bir eseri kaynak gösterilmiştir. Eserinde tam katlediliş yerlerini söyle söylüyor, “Kocadağ, burası Ayaş kentinin hemen çıkışındadır.” (S.426)
Bir iddiaya göre, “Önce cesetleri Suriye’de bir yere taşındı” denmektedir. Ancak bunların da doğruluğu kesin değildir. Bu konuda da pek çok spekülasyon var. Bir başka kaynakta ise cesetlerinin Tarsus’a getirildiği ve oradan da Avrupa’ya götürüldüğü iddia edilmektedir.
Cosmas ve Damian’in etkileri çok uzun süre devam etmiş ve bunlar tıp ve cerrahlığın piri olarak anılmıştır. Hatta bugün bile anılmakta ve bu ikiz kardeş bir efsane olarak yaşamaktadırlar.
Cosmas ve Damian cerrahlar, berberler, kırık-çıkık saranlar, fıtık saranlar, eczacılar, herbalistler, süt nineler, pastacılar ve doktorlar tarafından aziz kabul edilmişlerdir.
Adlarına, iyileştirici güçleriyle ilgili şiirler yazılmış, şarkılar bestelenmiştir. İnanışa göre, bu kardeşler Haçlı seferleri sırasında da boş durmamışlardır. Hasta hacılar ve esir değişimlerinde onların iyileştirici gücüne inanılmıştır. Floransa, Prag… Essen ve tüm Bohemya ülkesi bu kardeşleri kendilerine kutsal aziz olarak almışlardır.
1226’da Parisli cerrahlar loncası da onları aziz olarak seçmiştir. Bu lonca, Paris’teki Cosmas kilisesinde (Eglise St.Come) çalışmıştır. Bunlardan dolayı Fransa’daki ilk cerrahi okulu “College St. Come” olarak açılmıştır. Bu koleji bugün hâlâ aktif olan cerrahi akademisinin (Acedemie de Chirurgie) kökenini teşkil etmektedir.
Böyle mucizevi ve ücretsiz tedaviler yapan Anadolulu Tarsuslu hekim kardeşler, bugün de tüm tıp tarihi kitaplarında yer almaktadırlar. Bunların tıp tarihinde önemli bir katkıları da transplantasyon’ organ aktarımı (organ nakli) tarihinde önemli bir yer işgal etmeleridir. Gene inanışa göre, ölmüş bir zencinin sol bacağı, onlar tarafından kanserden bacağı kesilmek zorunda kalmış bir hastaya aktarılmıştır. Bununla ilgili elimizde pek çok sanatçının yaptığı tablolar vardır. (Uzel)
Hermonia, M. S. 3. yy. kadın hekim. Hermonia, Antik Çağ’da gene Tarsuslu olup, Tarsus dışına göç eden ve Efes’te yaşayan bir kadın hekimdir. Efes’te bir manastıra yerleşmiş ve yaşamını orada insanları iyileştirerek sürdürmüştür.
Filoninna ve Zenais, MS. 3. yüzyılda yaşamış Tarsuslu kadın hekimler. “Tarsuslu iki kız kardeş Filoninna ve Zenais ise tıpkı Cosmas ve Damian gibi Efes yöresinde gezici hekimlik yapmışlardır. (Uzel)
TIP TARİHİNDE BİR İSİM: LOKMAN HEKİM YAŞADI MI, EFSANE Mİ?
Efsanevi kişilik olarak Lokman Hekim
Genel olarak “Lokman ya da Lokman Hekim Kuran-ı Kerim'de ve halk efsanelerinde bahsi geçen, hikmet sahibi olduğuna inanılan kişi.” tanımlanmaktadır. (wikipedia)
Lokman Hekim, kimi kaynaklarda efsanevi bir kişilik olarak tanımlanmaktadır. Lokman’ın, gerçeklikte yaşadığına ilişkin bulguların az sayıda olmasına karşın, onun yaşadığını kabul eden bir çevre de mevcuttur.
Lokman Hekim'in İslam'a göre peygamber olduğuna dair iddialar bulunmakla beraber İslam âlimlerinin genel görüşü peygamber olmadığı yönündedir (Özek). Bu görüşe göre, Lokman Hekim efsanevi değil yaşamış bir kişiliktir; ancak peygamber değildir. Ama genel olarak bilim dünyası, özellikle tıp dünyası onu yaşamış bir kişilikten çok efsanevi bir kişilik olarak kabul etme eğilimi içerisindedir. Bu yüzden de tıp tarihinde Lokman Hekim’e pek rastlamıyoruz.
Tıp tarihinde, batılı mitolojik unsur olarak Asklepios karşımıza çıkarken doğuda ise Lokman Hekim ön plandadır. Yaşamış kişilikler açısından bakıldığında da, batıda Hipokrat, Galen ve Dioskorides gibi isimlere karşılık doğuda İbn-i Sina gibi isimler eczacı ve hekimleri görülür.
Ancak Lokman Hekim’i belge ve bilgi yetersizliği nedeniyle, örneğin bir İbn-i Sina ya da Hipokrates gibi yaşamış gerçek bir kişilik olarak saymak son derece zordur.
Aslında belki bir tane değil birçok Lokman Hekim vardır. Belki de “Lokman Hekim” sağlık ve hastalıkları iyileştiren insanlara verilen genel bir isimdi. Bunu bilemiyoruz. Başka ve güçlü bir olasılık ise farklı zaman ve coğrafyalarda yaşamış bazı hekimler, toplumların saygı ve övgüsünü kazanmasından dolayı, Lokman Hekim tanımlamasıyla simgesel karşılığını bulmuş da olabilir.
Lokman Hekim kişiliği, zaman zaman Antik Yunan’da yaşamış hekim Aisoppos ile birlikte, bazen Dioskorides’le anılır ya da onunla aynı kişi olduğu da öne sürülür. Bu durum, bizim Anadolu’da Köroğlu olarak bildiğimiz halk şairi ve destan kahramanına, Orta Asya toplumlarında Goloğlu, Galoğlu hatta Mezopotamya’da Zaloğlu olarak karşımıza çıkması ve adlandırılması gibi bir şeydir.
Efsaneler ile gerçekler karışınca ortaya böyle bir tablo çıkmaktadır. Halk arasında Lokman Hekim’in dolaştığı ve gezdiği yerlerde ağaçların, otların ve bitkilerin dile gelerek şifalarını açıkladığı söylenir.
Lokman Hekim’in ölümsüzlük otunun sırrını bildiği ve ölüme çare bulduğu, bu bilgilerini yazılı olarak kaydettiği, ancak, güçlü bir rüzgârın onun notlarını kıyısında oturduğu nehre düşürdüğü aktarılır.
Lokman Hekim'in ölümsüzlük iksirini bulduğu ancak formülü kaybettiğine dair çeşitli efsaneler mevcuttur. Formülü nasıl kaybettiği ise değişik kaynaklarda değişik şekillerde anlatılır. Bir efsaneye göre içinde ölümsüzlük iksiri bulunan şişeyi köprüden geçerken düşürüp kaybetmiş, bir başka efsaneye göre ise eline yazdığı ölümsüzlük formülü yağmurda silinmiştir. (Özek)
Benzer bir olaya, Gılgamış destanında da rastlanmaktadır. Bu destanda, ölümsüzlüğün peşinde koşan Gılgamış, yaşadığı bütün serüvenlerden sonra, ölümsüzlük otunu ele geçirir. Ancak, o da bir nehir kenarında uyurken, ortaya çıkan bir su yılanı, Gılgamış’ın torbasında ölümsüzlük otunu alır ve nehrin içinde kaybolur.
Lokman Hekim, Şahmeran efsanesinde ise Camsap olarak çıkar karşımıza. Efsaneye göre, Şahmeran ölmeden önce Camsap’a, öldürüldükten sonra kazanda kaynatılan suyunun son kalan kısmını içmesini, bununla tüm bitkilerin dile gelerek hastalılara şifalarını açıklayacağını öğütler. Rivayete göre bitkilerin dilini ve sırrını bilen efsanenin kahramanı Camsap, işte bu Lokman Hekim’dir.
Bitkilerin dile gelmesini sadece efsanenin ürünü olarak algılamak gerekmektedir. Bunu daha gerçekçi bir yaklaşımla, eğer yaşadıysa Lokman Hekim’in aldığı eğitime ya da onun ilgisi ve bilgisine bağlamak daha gerçekçi olacaktır.
Gerçekte Yaşadıysa Lokman
Orta Çağ’ın başlarında yaşadığı ileri sürülen Lokman Hekim, hem hastaları dinleme-anlama hem de otlardan yaptığı ilaçlarla iyileştirme işlevi ile (henüz ayrışmamış olan bilimler olan*) tıp ve eczacılığı bir arada temsil eder.
Bir tıp adamı ve bilgin olarak tasavvur edilen Lokman Hekim’e ilişkin bilgiler son derece sınırlıdır. Var olan kaynaklardan aktarılan bilgilerin bir bölümü ise efsaneler ile iç içe geçmiştir. Tarihsel kaynakları oluşturan metinlerde, Lokman’ın bilgi ve deneyimlerini aktardığı yazılı bir yapıtı ya da notları olduğuna dair her hangi bir bilgi bulunmamaktadır. Varsa da bilinmemekte ve günümüze ulaşamadığı söylenmektedir. Ondan günümüze, sadece kuşaklar boyu dilden dile aktarılan öğütleri kalmıştır.
Lokman’ın kendisine ilişkin bilgiler ise, daha çok sözlü anlatımlar ile onun yaşadığı çağ ve sonrasında, başkalarının yapıtlarında yer verdikleri yapıtlar ile yazılı belgelerdir.
Tarihsel metinler onun, İslamiyet’ten hemen önce yaşadığına ilişkin bilgi vermektedir. Bu açıdan bakıldığında, Lokman Hekim, geç pagan dönem ya da İslamiyet’in ortaya çıkmasının ön koşullarının oluşmaya başladığı erken dönemde (M.S. 4.-5. yy.) yaşadığı saptaması yapılabilir. Bu durumun ortaya koyduğu şey ise, onun iddia edildiği gibi bir İslam âlimi olduğu savunusunu geçersiz kılmaktadır. Çünkü Lokman’ın yaşadığı var sayılan tarihle İslamiyet’in ortaya çıktığı tarih arasında en az iki-üç yüz yıl fark etmektedir.
Lokman Hekim’in doğduğu yer (ülke) tam olarak bilinmemektedir. Bazı kaynaklar, Lokman’ı Arabistanlı olarak aktarırken, kimi kaynaklar ise onun Mısırlı ya da Habeşistanlı olduğunu vurgular (Anabritannica,91).
Lokman, genel olarak doğu toplumunun bir insanıdır. Lokman Hekim’e ilişkin resimli tasvirler, onu hep üzerinde cübbesi ve başında fesi ile geleneksel doğu kıyafetleri içerisinde betimlemeleri yukarıdaki savı doğrular niteliktedir. Öte yandan batılı kaynaklarda Lokman Hekim’e rastlanmaz.
Lokman Hekim, hem tıp biliminin hem de Eczacılık Bilimi (farmakoloji)’nin, yani eczacılığın öncülerinden biri olarak sayılmaktadır. Bu anlamda Lokman’ın, tıp ve eczacılık konusunda, kendinden önceki sürecin tarihsel birikiminden beslendiği vurgulanabilir.
Lokman Hekim, bu gelişmelerin belki de yoğun olarak yaşandığı bir zamanda yetişmiş, bu yöndeki gelişmesine, belki de yaşadığı ve etkilendiği bir olay neden olmuştur.
Bilgelik ve hayatı bilimsel bakış açısı ile yorumlaması onu öne çıkaran taraflarını oluşturmaktadır. O, tüm doğayı bir laboratuar olarak algılamış ve doğanın tüm canlı varlıklarını birer şifa kaynağına dönüştürmüştür. Bu bakış açısı ile Lokman Hekim’in, doğanın kendisine sunduğu tüm malzemelerden yararlı ilaçlar yaparak hastaları, sağaltma (iyileştirme) işlemi binlerce yıldan bu yana yapıldığı bilinmektedir.
Eğer yaşadıysa, Lokman Hekim’in çok yer gezmiş olmasının da, onun bilgi, gözlem ve deneyimlerini zenginleştirerek yetişmesinde ve bir hekim olarak yetkinleşmesinde etkili olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır.
Az önce Lokman’ı öne çıkaran şeyin, onun hayatı bir bilim insanı olarak algılaması ve bu yönde yorumlaması olduğu vurgulanmıştı.
Kuran’da, onun adını taşıyan bir sure yer almaktadır. Bu surede, Allah tarafından Lokman'a hikmet verildiği belirtilir. Oğluna verdiği öğütler anlatılır. Yorumcular, Lokman’ın öğütlerinin, İslam geleneğinin bir uzantısı olduğunu ve onun görüşlerinin İslam öğretileri ile özdeş olduğunu dile getirirler.
İslamiyet’in, Lokman Hekim’in öğretilerini sahiplenmesi, başka birçok konuda olduğu gibi kendi kuramsal temellerine bir dayanak bulma çabasından kaynaklanmaktadır. Bu durum başka dinlerde ile ideolojilerde olduğu gibi, geçmişten beslenme, geçmişe yaslanma ihtiyacının bir sonucu ve ürünüdür. Her uygarlık kültürü, ideolojik açılım da olduğu gibi, dinlerde kendilerinden önceki dinsel inanış ve ritüeller üzerinden şekillenir.
Lokman Hekim düşüncelerini dile getirdiği öğütler tamamen insancıldır. Bu öğütlerin, o çağ içinde naif de olsa evrensel nitelikler taşımasından dolayı, hümanizm için bir katkı yaptığı söylenebilir. Bunun da ilk çıkış süresincedeki İslamiyet’in söylemleri ile örtüşmesi (başka bir tanımlama ile ona içkin olması) doğaldır. Çünkü Lokman Hekim’in yaşadığı çağın evirilme süreci de, tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasına kaynaklık eden bir iklime doğru yol almaktadır.
Lokman Hekim’in hem başka toplumlarca benimsenmesi hem de adının günümüze kadar ulaşmış olması, onun, evrensel kişiliğini ortaya koymaktadır.
Lokman’ın bütün bir yaşamı, hekimlik ve insanlık için vakfedilmiş bir yaşamdır. Onun gösterdiği çaba, niteliği gereği kamusal özellikler taşımaktadır. O, bunun bilincine varmış bir bilim insanı olarak bildiği her şeyi devam eden nesillere kazandırmış ve bu tutumu onun evrenselliğe açılan penceresi olmuştur. O, bunları şan, şöhret, para ya da birilerine yaranmak için değil insanlık için yapmıştır.
Onun felsefesinde de diğer bilim insanları ve filozoflar gibi evrensel değerler yer alır. Şifa dağıtan bir hekim olarak o da bu alandaki katkılarıyla folklorik tıp tarihindeki ölümsüz yerini almış bir bilge kişiliktir.
Son olarak, efsanevi bir kimlik de olsa Lokman Hekim neden Anadolu’da onca kent varken, Tarsus ve Misis’le ilişkilendirilmektedir. Hiç kuşkusuz, Lokman Hekim’in Tarsus’la ilişkilendirilmesinin nedeni olarak, bir zamanlar bu kentteki tıbbın varlığı ve burada bir Askelpios sağlık tapınağı olması gösterilebilir.
Misis’e gelince, bu yakınlarda önemli bir kent olan Anavarza, Pedanius Dioskorides gibi dünyaca ünlü bir eczacı hekime sahip olmasının yine bu ilişkilendirme açısından son derece önemlidir.
Bir ilginç anekdot ise şudur: Dioskorides’in hocası ise eczacı-hekim Tarsuslu Areios’tur. Ayrıca, tıp tarihçilerinin, Lokman Hekim’in aslında yüzyıllar sonrasındaki süreçte Dioskorides’in simgeleşmiş biçimi olduğunu öne sürdüklerini de belirtmek gerek. Bütün bunlar arasında nasıl doğrudan bir ilişki olduğu çok açık değil mi? İşte Lokman Hekim’in bu kentlerle ilişkisi bu kadar somut bir durumdur.
Lokman Hekim’in, sağaltıcılara verilen ortak bir ad oluşu ve tıp tarihçilerince, Lokman Hekim’in Antik Çağ’da Anadolu’da yaşamış hekim Anavarzalı Dioskorides’le anılır ya da onunla aynı kişi olduğu da öne sürülür. Bu iki yaklaşım akla daha yatkındır.
* Amerika kıtasında yaşayan Kızılderililerden, Afrika’nın yerli kabilelerine, Orta Asya Şamanlarından, Eski Çin topluluklarına ve Anadolu’daki eski uygarlıklardaki toplumlara kadar bir çok toplum gerek yaraları gerekse hastaları iyileştirmede çeşitli otlar ve bitkilerden elde ettikleri ilaçları kullanmaktaydılar.
OSMANLI SARAYINDA TARSUSLU BİR HEKİM: OSMAN HAYRİ MÜRŞİT EFENDİ
Tarsuslu Tabip Osman Hayri Mürşit Efendi ve “Sıhhat Hazinesi” Kitabı
Hiç kuşkusuz, insanlığa adanmış mesleklerin başında tıp, eczacılık ve eğitimciliğin geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. İnsanın en doğal hakkı olan yaşama ilkesinin başında sağlık önemli bir yer tutar. Tıp tarihi, ilkel topluluklardan günümüze kadar, bir yandan tıp ve eczacılık alanındaki gelişmelerin diğer yandan da, sağlık alanında insanlığa hizmet etmiş doktor ve eczacıların varlığını ortaya koymaktadır. Tarih boyunca tıp ve eczacılık alanındaki gelişmeler, Batı’da, Antik Çağ’ın bu alanda önde gelen isimleri içersinde, Galeanus, Hipokrat, Dioskorides gibi isimlerin, doğuda ise İbn-i Sina, gibi tıp bilginlerinin katkısı ile gelişmiş ve bunlarla simgeleşmiştir.
Tarih boyunca Tarsus’un gerek felsefe, tıp, astronomi; gerekse şiir, retorik gibi bilim ve edebiyat dalları ile olan ilişkisinin kesintili de olsa sürmüş olduğu görülür.
Osmanlı egemenliğinin kendi coğrafyasında hüküm sürdüğü kendi “Orta Çağ”ında ve Türklerin İslamiyet’i kabul ettikleri zaman denk düşen dönemlerde, bilim ve aydınlanma adına birçok düşünce, deney ve âlimin baskı altında tutulduğu bilinmektedir. Matematikten, fiziğe, astronomi de tıbba kadar çeşitli alanlardaki bu insanlar, kendi yaşadığı dönemin bilim insanı ve aydını olarak görebileceğimiz kişiliklerdir. Bu insanlardan bir bölümü daha açıktan özgür davranmayı seçmiş ve bunun bedelini ödemişse de, diğer bir bölümü de, bilim ile inanç arasındaki ayrımı ortaya koyamadığı ve doğrudan bir tercih yapmadığı/yapamadığı için, onlarda din-bilim ilişkisi birlikte sürmüştür. Bu yüzden de, onlar İslam âlimleri, İslam bilginleri ya da aydınları gibi sıfatlarla tanımlanmışlardır.
Bir yanı bilimlerle haşır neşir olmuş, diğer yanıyla da tanrı inancı ile din olgusunu kafasında ve yüreğinde taşıyan kişilerin bu durumu çelişkili olmakla birlikte, içinde bulundukları nesnelliğin şartların gereği ve inançların güçlü, güçlü olduğu kadar da baskıcı olmasından kaynaklı olarak, din-bilim ilişkisini tek bir bünyede taşımışlardır.
Zaten, bu insanların önemli bir bölümü, her belanın, iyilik ve kötülüğün, hastalık ve sağlığın tanrı tarafından gönderildiğine inanıyorlardı. Onlara düşen görev, “Allah’ın verdiği aklı kullanarak” hastalıkları ve kötülükleri bertaraf etmekti. Yaptıkları iş ise tanımsal olarak ilim, bu alanda uğraş verenler ise âlim ve hekimdi.
Özelikle Orta Çağ’ın sonlarına doğru, Amerika kıtasının keşfi, barutun bulunması, buharlı makinenin icadı, matbaanın bulunuşu ile birlikte bilim ve düşünce alanındaki batılı kaynakların çevirilerinin yapılması, gibi dünyadaki değişimlerin de etkisiyle, Osmanlı topraklarında da çok sayıda âlim yetişmiştir. Bu çerçevede, Tarsus’tan da bazı âlimlerin çıktığını söylemek mümkündür. Bunlardan biri de, Tarsuslu Tabip Seyyid Osman Hayri Mürşit Efendi’dir. (1)
Tarsuslu Tabip Seyyid Osman Hayri Mürşit (2) Efendi’nin doğum tarihine ilişkin kesin bir bilgi bulunmamakla birlikte, onun 1830 ya da 1840’lı yıllar arasında doğduğu sanılmaktadır. İlk eğitimini Tarsus’taki medreselerde almış olmalıdır. Sonra İstanbul’a gittiği ve eğitimine orada devam ettiği söylenebilir.
Tıp eğitimi aldığını onun “Ben ilm-i tıbbı tahsil ettim.” sözlerinden anlıyoruz. Tarsuslu Tabip Osman Hayri Mürşit Efendi’nin eğitimini nerden ve kimden aldığı bilinmemektedir. Sarayla olan ilişkisi açısından, yaşamının önemli bir kısmını İstanbul’da sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Muhtemelen Anadolu içinde ve dışında, Osmanlının egemen olduğu toprakları gezme olanağı da bulmuş olabilir. Bu yolla da bilgi ve deneyimini de arttırmış olmalıdır.
Tabip Osman Hayri Efendi, daha sonra biraz daha ayrıntılı görüleceği gibi, Kenzus- Sıhhatü-l Ebdaniyye Eser-i Mürşid-i Osmaniye adlı kitap yazmıştır.
Tarsuslu Tabip Osman Hayri Mürşit Efendi’, 1898’de yayınlanan (3) bu kitabını, Sultan 2. Abdülhamit’in isteği ile hazırlamıştır. Günümüz Türkçesi ile Bedenlerin Sağlık Hazinesi, Osmanlıca Kılavuz Eser adını taşıyan bu kitap, 1974 yılında ise, Bahar Yayınları tarafından Türkçe olarak yeniden yayınlanmıştır. Vücudun Sıhhat Hazinesi adıyla yayınlanan kitabın kapağında, “Bitki Maden ve Canlı Hayvanların Özellikleri ve Bunlarla Yapılan Tedavi Usulleri” alt başlığı yer almaktadır.
Tabip Osman Hayri Mürşit Efendi bu yapıtında, bitkilerle tedavinin ilke ve uygulama tekniklerini anlatır.
Sıhhat Hazinesi’nden anlaşıldığı kadarıyla eski Türkçe olarak yayınlanan kitap, 12 Haziran 1898 tarihli ruhsatname ile Matbaa-i Osmanî’de basılmış ve ciltlenmiştir. (4) Tarsuslu Tabip, yazdığı önsözde, kitaptaki tıbbi bilgilerin kaynağının, İdris, Davut, Lokman, Aristo, Eflatun (Platon), Sokrat, İbni Sina ve Sertus’tan olduğunu, içindeki bilgilerin ise, Osmanlı, Arap, Acem, Rum, Hind ve Avrupalı tabipler tarafından defalarca denenmiş bilgiler olduğunu belirtir.
Tabip Osman Hayri Efendi, Sıhhat Hazinesi’nde “Kitabın Yazılış Sebebi” alt başlığında şunları yazar, “2. Sultan Abdülhamid Han’ın teklifi üzerine dört kıt’adaki Osmanlı halkının ve Müslümanların sıhhat selameti için bu eser kaleme alınmıştır… Ben ilm-i tıbbı tahsil ettim. Padişahımızın bu vazifeye en layık beni bulduğundan bu hususta sarayın emrini alır almaz, geçmişte bu mevzuda yazılan eski eserleri uzun müddet gözden geçirdikten sonra bu eseri kaleme aldım.
Eser hazırlandığı esnada bir taraftan da saray ve halk tarafından tecrübe olundu. Kendim de def’alarca tecrübe de bulundum da, ondan sonra yazdım. Bu sebepten sarayın iltifatına, halkında teşekkürlerine mükerreren nail oldum ve nice zevatı muhteremin hayır dualarını aldım. Bunlar benim gayretimi bir kez daha arttırdı…”
Bu girişin devamında ise bir tıp adamının sorumluluğu içinde ve halkın sağlığını da gözeten şu cümleler yer almaktadır: “Halkın kendi sağlığını koruması, başkalarına muhtaç olmaması ve ayrıca efsuncu vesaire gibi kimselere kapılmaması için gerekli hususlar bu kitaba dercedilmişir. Eskiden olmayıp da yeni keşfedilen hastalık, ilaç ve bitkiler de alınmış olup üzerinde gereken titizlik gösterilmiş, tahkik, tedkik ve tecrübeye tabi tutulmuştur.
İlm-i tıp iki bakımdan şerefli bir ilimdir:
1-Akli bakımdan şereflidir. Çünkü: insan eşref-i mahlûkattır. Bu ilimde de insana aittir. Onun için de şereflidir.
2-Naklen de şereflidir…”
Tabip Osman Hayri Mürşit Efendi’nin, Sıhhat Hazinesi olarak 34 yıl önce Türkçe basılan, üç bölüm dokuz kısımdan olaşan kitabında, yer alan bazı bilgiler şunlardır: “Sıhhatin Kaynağı yeme-içme, hamama girme, kan aldırma ve kan alınacak damarlar, dört mevsimde sıhhat kaideleri, yenilen içilen bitkilerin adları ve özellikleri, Hastalığı meydana getiren yedi şey:
1-Vücudun muhteviyatı,
2-insan ömrünün dört faslı,
3-Lokman Hekim’in hikâyesi,
4-Göz hastalıkları,
5-Kulak hastalıkları ve ilacı,
6-Verem, mide, kalp ve bağırsak hastalıkları ve tedavisi,
7-Yılan, akrep, çiyan, arı sokması, sarılık, fıtık ve kadınlara mahsus haller.
Bu yanıyla Tarsuslu Tabip Osman Hayri Efendi, kendinden önceki hekimlerin bilgi ve tecrübelerini taklit eden değil, deneyci bir kimliğe sahiptir. Sözünü ettiği hekimlerin çalışmalarını olduğu gibi kitabına aktarma kolaycılığına gitmek yerinde ilaçları ve tedavi yöntemlerini deneyerek hem onların sağlamasını yapmış ve kendi gözlemleriyle de bütünleştirmesini bilmiştir.
Bu tutumunda, bilimsel deneyci yaklaşımının yanı sıra insan sağlığı gibi son derece önemli ve hassas bir konuda meslek etiğinin payı olduğu da göz ardı edilmemelidir.
Ancak içinde bulundukları nesnellik ve toplumdaki güçlü, katı dinsel eğilimlerin ve eğitimin etkisindeki bu insanların, oldukça muhafazakâr konumda olduklarını da eklemek gerek.
Her ne kadar bir yanlarıyla din adamlığı ya da tasavvuf ile uğraşıyorlarsa da, diğer yanlarıyla da onların, yüzlerini bilime ve bilimin değişik alanlarına çevirdiklerine tanık oluyoruz.
Tabip Osman Hayri Efendi’nin şu sözleri yazının girişinde sözünü edilen din-bilim ilişkisini doğrular niteliktedir: “Allah-ü Teâlâ; “Lokman’a hikmet verdik ayetiyle” insanı tıbbi mevzuda ikaz ve irşatta bulundu… Hekim, bütün tıbbi bilgilere sahip değildir. Ancak tecrübe sahibidir.”
Nitekim ilkel toplumlarda da din adamı, büyücü ve hekim hepsi aynı kişi değil miydi? Bilimin ya da sanatların dinden ayrılması kolay olmadı elbet. Ama ayrılınca da bilim özgürleşti, kendi mecrasını buldu. Hiç kuşkusuz, insanın ve insan aklının özgürleşmesi ile toplumsal gelişme ve ilerlemede, bu ayrışmanın da payı büyüktür.
Sonuç olarak, her çağ, kendi bilim, sanat ve kültür insanını yarattı. Her düşünür, içinde bulunduğu coğrafyanın sosyo-kültürel, iktisadi ve politik şartlarına göre şekillendi. Aldıkları, eğitim, onlara hocalık yapan kişiliklerin inanç ve eğilimleri, zamanlarının ihtiyaç ve zorunlulukları da, bu düşün insanlarının kimlik, kişilik ve meslek tercihlerinde etkili oldu. Tarsus’ta doğmuş ve yaşamının çoğunu bu kentin dışında sürdürmüş bir eczacı ve hekim olan, Tarsuslu Tabip Osman Hayri (Mürşit) Efendi’de buraya kadar ele aldığımız çerçevede yetişmiş bir değer ve tarihi kişiliktir.
CUMHURİYET SONRASINDA TARSUSLU HEKİMLER
Halkın doktorları…
Günümüz dünyasında gerek tıp ve eczacılık gerekse hekimlik mesleği oldukça ileri bir yol aldı. Osmanlı düzeninden sonra gelen cumhuriyet rejimi de ilk on yıllarında sağlık alanında önemli çalışmalar başlattı ve sonrasında başarılara imza attı.
Cumhuriyet sonrasında Tarsus’a baktığımızda, hekimlik mesleğinde şimdilik sadece birkaç isimden söz edilebilir. Buradaki kriter, hekimlik mesleğine duyulan sevgi, Hipokrat yeminine bağlılık, mesleğini halka hizmet olarak kullanma idealidir.
Bu açıdan bakıldığına Tarsus’ta anacağımız isimler, Dr. Hüsnü Erdem, Dr. Hayri Altay, Dr. Metin Uzabacı ve Dr. Haluk Bozdoğan’ndır.
Dr. Hüsnü Erdem ve Dr. Hayri Altay Tarsus doğumlu olmamakla birlikte, kendilerini Tarsuslu sayarak ve tüm meslek yaşamlarını bu kentte sürdürerek halka hizmet ettiler. Her ikisi de pratisyen hekimdi. Haftanın belli günleri halk için ücretsiz muayene yaparlar, hastalarından para almaz, gerektiğinde ilaçlarını da verirlerdi.
Dahası, “Bir pratisyen hekim olan Hayri Altay mesleğini yaparken aynı zamanda Tarsus halkı tarafından bilinen ve de sadece kendisi tarafından reçeteye yazılan aşağıdaki şu ilaçları ruhsatlı olarak üretimini sağlamıştır.
Bu ilaçların tamamı Tarsus’ta hekimlik yapan Dr. Hayri Altay tarafından İltaş İlaç firmasında fason olarak yaptırılarak dağılımı yine Dr. Hayri Altay, tarafından eczanede yapılmaktaydı.” (Üvey)
Burada anılmaya değer bir isim de bir hekim ve aydın kişi olarak Sevinç Tanık Özgüner’dir.
Sevinç Tanık, 1928'de Tarsus'ta doğdu. Adana Kız Koleji'ni bitirdikten sonra 1946 yılında Millî Eğitim Bakanlığı Tıp Fakültesi sınavını kazandı. Üniversitenin ilk yıllarından başlayarak ülke sorunları ile aktif olarak ilgilenmeye başladı. 1948'de İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneğine katılarak yöneticilik yaptı. Bu dönemde, üniversitenin paralı olmasına karşı başlatılan kampanyada, Nazım Hikmet'e özgürlük kampanyasında ve Kore'ye asker gönderilmesine karşı başlatılan kampanyalar ile eylemler nedeniyle sık sık tutuklandı. İlk ciddi tutuklanması ünlü “1951 Tevkifatı" ile gerçekleşti. Gizli Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi olmaktan suçlandı, işkence gördü. 2 yıl tutuklu kaldı. Tutukluluk döneminde Tıp Fakültesi’nden atılmıştı. Serbest bırakıldıktan sonra 1957’de öğrenimine bu kez İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesinde başladı. 1960 Nisan olaylarında Üniversiteli gençlerin yanında yerini aldı.
27 Mayıs sonrası önce TİP'te, daha sonra da Türk Solu ve Demokratik Devrim dergilerinde çalıştı. 1980'li yılların başlangıcında Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi'nde Dr. Erdal Atabek başkanlığındaki yönetimde görev yaptığı sırada, o dönemde hızla büyüyen faşist terörün boy hedeflerinden biri oldu. Emekten yana barış ve özgürlüğün savunucusu bir sosyalist, örnek insan Sevinç Tanık Özgüner, 23 Mayıs 1980’de eşi Vecdi Özgüner ile birlikte evlerine yapılan saldırıyla kurşun yağmuruna tutuldular. Eşi ağır yaralandı. Sevinç Özgüner ise yaşamını yitirdi.
Öte yandan İstanbul Tabip Odası binasında toplantı salonuna adı verilmiştir.
Sevinç Özgüner’in adı da, anıları da, verdiği mücadelede yaşamaktadır. Ayrıca onun adına ve anısına, İstanbul Tabip Odası tarafından her yıl düzenlenen “Sevinç Özgüner İnsan Hakları Ödülü” verilmektedir.
Tarsus’ta hala mesleğini sürdüren halkın doktorları iki isimden daha söz etmek gerek.
Dr. Metin Uzabacı, kendini mesleğine ve halka adamış, ilerici, aydın kimliğiyle devrimci bir doktor olarak tanınır. Özellikle, halk sağlığını ve önleyici sağlık hizmetlerini önemseyen bir anlayışa sahip olan Dr. Metin Uzabacı, bugün Tarsus ve köylerinde aşı çalışmalarını özveri ile sürdürmektedir.
Haluk Bozdoğan, günümüz doktorları açısından Hayri Altay ve Hüsnü Erdem’in geleneğini sürdüren bir isim ise olarak görmek yanlış olmayacaktır. Haluk Bozdoğan da, pratisyen bir hekim olarak mesleğini halkın sağlığı konusundaki çabalara adamaktadır. Aynı zamanda aydın kimliği gereği, kentin iktisadi ve sosyal sorunlarına karşı duyarlılığı vee halka karşı duyduğu sorumluluk nedeniyle özellikle kültür sanat alanındaki çabalara da destek olmaktadır.
Tarsus’ta günümüz hekimleri elbette burada anılan kişilerle sınırlı değildir. Bu yönde bir araştırma ile birkaç isim daha eklenebilir. Ancak, halkın doktoru olmak söz konusu olduğunda, bu niteliklerde, özveri ve adanmış isimlere ulaşmak zordur.
Kaynaklar:
Strabon, Antik Anadolu Coğrafyası, (Çev. Prof. Adnan Pekman), Arkeoloji ve Sanat Yayınları 1987 İstanbul.
Uzel; Prof. Dr. İlter, 05. 03. 2006 tarihinde, Tarsus’ta Güner Baykal Toplantı Salonu’nda sunulan “Tıp Tarihinde Tarsus’un Yeri” başlıklı konferans metnidir. Daha sonra Tarsus’ta çıkan Areios Tıp, Eczacılık ve Halk Sağlığı dergisinin Mart 2007 tarihli 1. sayısında yayımlanmıştır.
Uğur Pişmanlık, Areios Tıp, Eczacılık ve Halk Sağlığı dergisi, yıl 1, sayı 1, Mart 2007, Tarsus
http://tr.wikipedia.org/wiki/Lokman_%28ki%C5%9Fi%29
Özek, Prof. Dr. Ali & Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meali, Lokman Suresi dipnot, 1992.
Anabritannica Ansiklopedisi, Ana Yayıncılık, 1991, İstanbul.
Üvey, Doğan, “Lokman Hekim ve Tarsus Eczacılık Tarihi” Areios Tıp, Eczacılık ve Halk Sağlığı dergisi, yıl 1, sayı 1, Mart 2007, Tarsus
Notlar:
1- Mürşit: Doğru yolu gösteren, hakikati ve sırları gösteren, kılavuz. (TDK Sözlüğü)
2- Bahar Yayınlarının 1973 yılında çıkardığı, bu hekime ait “Sıhhat Hazinesi” adlı kitabı kapağında “Yazan Tarsus Tabip Osman Hayri Mürşit Efendi” yazmakla birlikte, yazar kitabın giriş bölümünde kaleme aldığı “Mukaddime” başlıklı yazının altında yer alan imzası, “Tarsus Tabip Seyyid Osman Hayri Efendi” olarak geçmektedir. Öte yandan, Areios’un ilk sayısında, Dr. Doğan Öz’ün “1900’den Günümüze Tarsus’ta Eczaneler ve Eczacılık” başlıklı metinde, Tarsus Tabip Osman Hayri Mürşit Efendi’nin adı, Osman Hayri Mürşid B. Halil olarak anılmaktadır. Burada, çeviride bir yanlışlık yapılmış olabileceğini düşünebiliriz.
3- Osmanlı padişahlarının otuz dördüncüsü olan 2. Abdülhamit’in saltanatı 1876-1908 tarihleri arasındadır. Buna göre kitabın yazımı ve baskısının yapıldığı tarih olarak 1898 yılı daha akla yatkın görünmektedir.
4- Tarsuslu Seyyid Tabip Osman Hayri Efendi’nin, bundan (110) yıl önce, eski Türkçe olarak yayınlanmış olan “Kenzus- Sıhhatü-l Ebdaniyye Eser-i Mürşid-i Osmaniye” adlı bu kitabın orijinal baskılarından biri de, dergimizin yayın kurulu başkanı ve Çukurova Üniversitesi Diş Hekimliği Dekanı Prof. Dr. İlter Uzel’de bulunmaktadır.
● Uğur Pişmanlık, gazeteci-yazar, Aratos dergisi kurucusu ve yayın yönetmeni
Uğur Pişmanlık
Diğer Yazıları
Tüm Yazıları