Bu Dünya Ne Sana, Ne de Bana Kalmaz

Bazen öyle şeyler oluyor ki, bir anda ümitleniyor insan. ‘’İşte'’ diyor, ''ülkenin geleceği ümit vaat ediyor.’’ Merak etmemem gerektiğini söylüyor içimden bir ses, çocuklarımıza bırakacağımız gelecek için. Ve bazen öyle şeyler oluyor ki, derin bir nefes çekiyor insan. Sadece ülkenin değil, dünyanın geleceği için… ''İyiler her zaman kazanacak'' diyorum. Ve seviniyorum... Sonra birden tekrar hüzünleniyorum ve tekrar kaygılar içinde buluyorum kendimi. Normale dönüyorum. ‘’Normal''in bu olduğunu farkına varıyorum.
 
Oysa ki gerçek cidden çok acı. Riya; almış başını gitmiş, kötülük; gırla. Hırs, bencillik, kıskançlık, açgözlülük, hırsızlık… Ve John Milton’un da dediği gibi, kesinlikle en favorim; kibir… Neyi bu kadar paylaşamıyoruz ki? 50bin yıldır süregelen insanlık tarihinde, her birimizin hepi topu geçireceği 100 yıl bile değilken, neyin inadıdır bu? Kavga, dövüş, savaş, şiddet, cinayet neden her gün etrafımızda kol geziyor. Doğal afetleri bile yenecek teknolojimiz, üstesinden gelecek gücümüz varken; nasıl oluyor da, her gün doğal afetlerde görülenden daha çok ölüm görüp, her şey hala doğalmış gibi davranabiliyoruz… Ve nasıl oluyor da, onlar bu kadar kötü ve acımasız; bizler ise bu kadar kör ve vurdumduymaz olabiliyoruz. Gündelik şeyler mi bizi oyalayan? Yoksa iş, güç, geçim dergi falan mı? Herhalde, kefenin cebinin olmadığını ve hatta bu dünyanın Sultan Süleyman’a kalmadığını söylemeye gerek yok. Dünyanın en zengin 1000 kişisinin toplam serveti, dünyadaki en fakir 2.5milyar kişinin toplam servetinden 2 kat daha fazlayken ve dünyanın en zengin 20 kişisinin serveti; tüm dünyadaki açlığı bitirecek güçteyken, bugün her 5 saniyede, bir çocuk hala açlıktan ölüyor...
 

İnsanlığı Resetlemek!

Bazen şu Hollywood filmlerindeki gibi olsa keşke diye düşünüyorum. Hani dünyaya bir gök taşı çarpsa, uzaylılar gelip istila etse, yanardağlar patlasa, buzul devri olsa, zombiler gelse herkesi ısırsa... Kıyamet kopsa... Bir reset atılsa… Bazen de olur mu diye korkuyorum. Temiz hava kalmasa, içecek su olmasa, bir salgın başlasa. İnsanlık, sıfır noktasına dönse... Bir bardak suyun, bir galon petrolden daha değerli olduğunu ancak o zaman anlayacağız sanırım. Oysaki çok da uzun zaman önce değil, sadece bir asır önce, I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Almanya’da ısınmak için odun almak yerine, odundan bile daha kıymetsiz olan kağıt paraları tomar tomar yakıyorlardı. Bir dilim ekmek, bir bardak su her şeyden çok daha kıymetli olmuştu. Hele ki çocuğu olan bir anne-baba için… 


 
Belki de ancak o zaman anlayabileceğiz, insan hayatının fani olduğunu. Dilin, dinin, ırkın bir hiç olduğunu. Kan davasının boşa, ırkçılığın yanlış olduğunu. Saygı, sevgi ve dürüstlüğün erdem; paranın ise karın doyurmayan, boş bir meta olduğunu. Ve dahası kefenin cebinin olmadığını...


Bu yazı aynı zamanda  14 Aralık 2013 tarihli Milliyet Gazetesi Güney Eki'nde de yayınlanmıştır.


 



Sayı 24 (Ocak - Şubat 2015)

Bu yazı 4439 defa okundu.