Can Yücel; Şiirimizin Gür Sesi (Çukurova Güneşinden İçenler - 2)
68 kuşağı ve benim gibi 78 kuşağının ezbere bildiği bu güzel şiirin Can Yücel tarafından, Türkiye Devrimci Gençlik hareketinin önderlerinden Deniz Gezmiş için yazıldığını hepimiz biliriz. Peki sevgili dostlar, Usta ozanımızın bu meşâle şiirini 1973’de Adana Kapalı Cezaevinde yazdığını kaçımız biliriz ?...
Mare Nostrum
*Bizim Deniz
En uzun koşuysa elbet
Türkiye’de de Devrim.
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez luverin namlusundan fırlayarak …
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi…
Acıyorsam sana anam avradım olsun
Ama aşk olsun sana çocuk, Aşk olsun…
12 Mart Cuntasının Armağanı Adana Cezaevi
İlk mahkumiyeti 12 Mart döneminin bir armağanı!.. Ama şiirlerinden ötürü değil, kitap çevirileri yüzünden mahkemeye verilir şair.
12 Mart, sadece Can Yücel'e değil, daha pek çok Aydına da zor günler getirecektir. Türkiye İşçi Partisi kapatılır. TRT'nin özerkliği kaldırılır, temel hak ve özgürlükler kısıtlanır.
Askeri mahkemelerde binlerce insan devleti yıkmaya teşebbüs suçuyla yargılanır, ağır hapis cezalarına çarptırılır ve içlerinden üç genç adam asılır: Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan.
Che Guavera, Mao ve Amerikalı bir generalin yazdığı "Gerilla Harbi" kitabını ve yine Che'nin bir başka kitabını çevirmekten dolayı on beş yıla hüküm giyer. Can Yücel'den dinleyelim:
"Amerikan generalinin bokuna yedi buçuk sene yedik. Sebebi de, adam diyor ki: 'Bir memlekette sosyal adaletsizlik çok büyük olursa, halk gerilla hareketine taraf çıkarsa, siz istediğiniz kadar tedbir alın, bunu durdurmanıza imkân yoktur.' Adam, Amerika açısından anlatıyor. Bunda kusur bulundu."
Mahkûmiyetten sonra ilk durak Niğde Cezaevi ve neden sonra Adana Cezaevi’ne nakledilir. İşte şairin ‘en verimli’ günleri Adana Cezaevinde geçer. Yıllarca dillere pelesenk olan şiirler bu topraklarda kaleme alınır.
Niğde Cezaevinden Adana’ya külüstür bir otobüsle jandarma eşliğinde nakledilirken yaşadıklarını kağıda döker şairimiz. Yıllarca slogan gibi kullandığımız bu güzelim şiir de böyle ortaya çıkar işte;
Bi Sen Eksiktin Ayışığı
Bileklerimizi morartmış yeni Alman kelepçeleri
Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman’dan sonra
Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik
Başımızda prensip sahibi bir başçavuş
Niğde üzerinden Adana Cezaevi’ne gidiyoruz…
Bi sen eksiktin ayışığı
Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!
(‘’Bir Siyasinin Şiirleri’’)
Fotoğraf-1: Can Yücel ve Abdullah Nefes- Adana Kapalı Cezaevi- Pencerede (1972)
Cezaevi yılları boyunca sınırı zorlarcasına çile çeken eşi Güler Yücel o dönemi şöyle anlatır Adana’lı Nebil Özgentürk’e yıllar sonrasında;
"Ayda bir kere ancak Adana'ya gidebiliyordum. İstanbul Adana arasında her ay bir otobüs yolculuğum oluyordu. Zaman zaman tabii adamların yanına oturuyorum. O zaman da kadınların tek başına gitmesi biraz garip kaçıyor; bazen beni polis sanıyorlar, o zaman genciz tabii, bazen polis gibi gidiyordum. 'Polis misin abla' diyorlardı. Bazen de işte, bar karısı gibi tavırlara giriyordum. Fakat yardım ediyorlar Adana'da, beni hatırlarsın Nebil; Senin annen baban, bana çok yardım etti. Evlerini açtılar, çok güzel bir evleri vardı. Can'ın ihtiyacı olan herhangi bir şey, neye ihtiyacı varsa annen baban, karşılardı. Dışarıdan topladığımız, yahut kendimizin hazırladığı bütün her şeyi ikiye bölüyorduk. Bir kısmını kadınların cezaevine, tanımadığımız, sonra tanıştığımız bir sürü kadınlara, bir kısmını da erkeklerin cezaevine, yani Can'ın yattığı bölüme götürüyorduk. Onlar da aralarında paylaşıyorlardı. Saatlerce bekler, bizi içeri almazlardı. Bu da bizim için çok normal, yani Türkiye'de her şey o kadar acılar içinde ve o kadar normal karşılanıyor ki, bunları biz normal buluyorduk. Beklemeyi de... Koyun gibi orada oturuyorduk. Can'ı görmek tabii, orada görmek, saçlar kesilmiş, sakal kesilmiş, üstü başı perişan, herhalde bitleniyordu diye düşünüyorduk, içeride..."
Ne ilginç değil mi dostlar; yıllar öncesinde Abidin Dino’nun Adana’da sürgün dönemlerinde kapısını ve yüreğini açan berber ustası Süleyman Özgentürk, yıllar sonrasında Eşi ve büyük oğlu Sinema Yönetmeni Ali Özgentürk’le birlikte bu kez Can Yücel’i ve ailesini ağırlıyor Çukurova’da…
Yaklaşık iki yıl Adana Cezaevi’nde kalan Can Yücel, çok güzel dostluklar, insanlar biriktirdiğini söyler bu dönemde. 1974 yılındaki afla birlikte dışarıya çıkar çıkmaz tamamı Adana cezaevinde yazılan ‘’BİR SİYASİNİN ŞİİRLERİ’’ adlı kitabını yayınlar ve hem şiir dünyasının hem de solcu gençlerin yüreğine damgasını vurur. Adana’daki yaşamının şiirine belirgin bir yol çizdiği gözlenir; mizah, öfke, isyan, küfür, aşk, umut ve siyaset harmanlanır dizelerinde. Bundan böyle yaşamını tamamen yazmaya özellikle şiire adayacaktır. Bu şiir kitabının yanı sıra ünlü İngiliz edebiyat ve tiyatro adamı W. Shakespeare’den çevirileri de yine Adana Cezaevinde yapar. Hepsini çevirmeden ölmek istemediği Shakespeare’leri yanında getirmiştir Adana’ya.
‘’Türkiye’nin Manimarkası’nda birşeyler kokuyor
Kimine göre tuz, kimine göre et,
Hamlet!
Hamleeeeet!”
Fotoğraf-2: Can Yücel ve Abdullah Nefes; Adana Kapalı Cezaevi-Ranzada (1972)
Cezaevinde Şarap İmalatı
Adana Cezaevi'nde yattığını duyan arkadaşları ve sevenleri onu sık sık ziyaret etmeye başlıyorlar. O zamanlar mahkûmlara dışarıdan yiyecek getirmek, şimdiki gibi yasak değildi. Sadece uyuşturucu ve içki sokmak yasaktı.
İçeriye taze sebze, meyve alınıp yemek yapılabiliyor ve kalabalık sofralar kurulabiliyordu.
Birçok mahkûma olduğu gibi kendisine de haftada bir gün yiyecek getiriliyordu.
Yaz mevsiminde ise meyvelerden daha çok üzüm geliyordu. O kadar üzüm geliyordu ki çoğunu yiyemiyordu bile...
Bir gün aklına ilginç bir fikir geldi. Artan üzümlerden şarap yapacaktı.
Birkaç arkadaşıyla el ele verip koğuş penceresine üzümleri sermeye başladı. Adana'nın yakıcı güneşi üzümlere vurunca yaş üzümler kurudu, sonra fermantasyonla bunları şaraba dönüştürdü.
Evet, başarmıştı. On gün sonra şarap sofralara konmaya hazırdı bile...Ve ilk "tadımcılığını" da o yaptı. Fransız şarabı kadar kaliteli olmasa da lezzetli bir şarap olmuştu. Ne de olsa cezaevinde yapılmış bir şaraptı ve kendisi için büyük anlamı vardı, tabii. O akşam güzel bir sofra hazırlayıp arkadaşlarıyla birlikte demlendi...Fazla dedikodusu çıkmasın diye de kadeh yerine termostan içildi şarap...
Derken aradan birkaç gün geçti. Cezaevinde siyasi olmayan mahkûmlar arasında tekme tokatların savrulduğu bir kavga çıktı ve hemen ardından bir arama yapıldı. Ve ne olduysa bu arama sırasında oldu. Arama yapan gardiyanlardan biri tesadüf eseri şairin termosunu eline aldı. Koklamaya başladı... Termosta bir yudum şarap kalmıştı ve gardiyan bunu farketmişti. Olay açığa çıkmıştı.
Ertesi gün, diğer arkadaşlarıyla birlikte şaire hücre cezası verildi. Kendi deyimiyle, "dipkapalıya" atıldı...Gardiyanlar buraya atmakla kalmadılar, klasik işkence usullerinden biri olarak üzerine tazyikli su sıktılar...Ve "cezaevinde şarap imal etmek" suçundan dolayı üç gün üç gece hücrede kaldı.
Fotoğraf-3: Can Yücel ve Ozan Telli; Adana Kapalı Cezaevinde- Ranzada Çay molası (1973)
Şiirleri dergilerde, kitaplarda yer alırken bir çoğu da bestelenir ve ünlü şarkıcıların ve grupların (‘’Yeni Türkü’’, ‘’Ezginin Günlüğü’’, ‘’Grup Yorum’’ vs) dillendirmesiyle çok ünlü olur. Adana cezaevinde yazılan ‘’Sardunyaya Ağıt’’ adlı şiiri de bunlardan biridir. ‘’Yeni Türkü’’ tarafından plak ve CD olarak yayınlanan bu şarkı, grubun hemen her konserinde mutlaka izleyicilerle birlikte söylenir.
Sardunyaya Ağıt
İkindiyin saat beşte,
Başgardiyan Rıza başta
Karalar bastı koğuşa
İkindiyin saat beşte.
Seyre durduk tantanayı
Tutuklayıp sardunyayı
Attılar dipkapalıya
İkindiyin saat beşte.
Yataklık etmiş zaar
Suçu tevatür ve esrar,
Elbet bir kızıllığı var
İkindiyin saat beşte.
Dirlik düzenlik kurtulur,
Müdür koltuğa kurulur,
Çiçek demire vurulur
İkindiyin saat beşte.
Canların gözleri, yaşta,
Aklı idamlık yoldaşta,
Yeşil ölümle dalaşta
Sabahleyin saat beşte.
(‘’Bir Siyasinin Şiirleri’’)
(Fotoğraf-4) Türkçemizin iki ustası, Yaşar Kemal ve Can Yücel (1975)
Mahkeme Kapılarında Bir Şair
Can Yücel muhalif ve sözünü sakınmayan biri olmanın ‘cezasını’ çeker haliyle. 12 Mart sonrası Adana Cezaevi mahkûmiyetinin ardından yıllar içinde sık sık düşer mahkemelere.
“Rengâhenk” kitabı 12 Eylül döneminde müstehcenlikten yargılanır ve toplatılır.
Aynı dönemde yazdığı “Beşi Bir Yerde” şiiri yüzünden de Kenan Evren ve dört arkadaşına hakaretten dava açılır hakkında. Bu davadaki savunması artık bir efsane niteliğindedir.
Hakim: “Şiirinizde hep göt diyorsunuz. Daha kibar söylenemez mi?”
Can Yücel: “Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre bu memlekette göte göt denir”.
Kenan Evren başka şiirlerinde de nasibini alacaktır Can Yücel’in zeki, usta, benzersiz dilinden: “Kabaramazsın kel Fatma / Atan güzel sen çirkin.”
Şairin dava edildiği bir diğer ‘devlet büyüğü’ de Süleyman Demirel olur. Yaptığı bir konuşmada dönemin cumhurbaşkanı Demirel’e hakaret ettiği için 18 Mart 1998’de bir yıl iki ay hapis cezasına çarptırılır. Ortalık ayağa kalkar, cezasını affetmesi için Demirel’e dilekçeler yağar. Şairin yorumu ise bambaşkadır:
“Ben kahraman değilim /Demirel beni affedecekmişse/ Kolay gelsin! / Benim endişem,/ Ya beni affetmeden önce/ Eceli gelip ölürse.../ Ama onu affetmeye benim/ Ne Sıkletim yeter/ Ne de cesedim...”
(Fotoğraf-5) ‘’Can Baba’’ her daim muhalif.
(Fotoğraf-6) Can Yücel – YETER adlı şiiri.
"Çevirinin Temeli Yeni Bir Yapıt Ortaya Koymaktır.."
Can Yücel şiire ayırdığı kadar çeviriye de mesai ayırır. İkinci kitabı 1959’da yayımlanan ve dünya şairlerini çevirdiği “Her Boydan”dır. Çeviri ya da tercüme sözcükleri doğru değildir onun yaptıkları için, “Türkçe söyler” dünyanın en değerli yazarlarını. Lorca da çevirir, Brecht de ama ‘gözünün bebeği’ Shakespeare’dir.
“Hamlet”, “Fırtına”, “Bir Yaz Gecesi Rüyası” aslına tam olarak bağlı olmasa da literatüre geçen çevirilerdir. Sistemi şudur kendi dilinden: “Bu Shakespeare pezevengi Türkçe söylese nasıl söylerdi, bunu düşünüyorum. Bunu düşünürken bayağı güzel şeyler çıkıyor ortaya. Demek ki Shakespeare Türkçe düşünebiliyormuş.”
Bu sistemin sonucu olarak “Hamlet”in ünlü “To be or not to be” sözünü “Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin” şeklinde Türkçeleştirir.
Çeviri anlayışını ise şöyle özetler bir söyleşide: “Başka bir dilden kendi dilimize çevirirken eğer o dil içinde o olayı yinelemez ve yenilemezseniz, onu yeniden yaratmazsanız hiçbir boka yaramaz. Türkiye’de çevrilmemiş hiçbir şey yoktur, her şey çevrilmiştir. Hiçbir şey değişmemiştir. Çevirinin temeli yeni bir yapıt ortaya koymaya bağlıdır. Çeviri yaparken yeni bir çocuk doğuruyormuş gibi bakmak lazım olaya. Yoksa suni imkânla çıkan çocuklar gibi ancak bize başbakan olur.”
“Bahar Noktası” adıyla Türkçeleştirdiği “Bir Yaz Gecesi Rüyası”nın Başar Sabuncu’nun sahnelediği Şehir Tiyatroları yapımı, Türk tiyatro tarihine geçer.
(Fotoğraf-7) ‘’Can Baba’’ davudi sesiyle şiir gecelerinden birinde şiirini seslendirirken.
"Mırıldana Mırıldana Peçetelere Yazar Bazan da Masa Örtüsüne.."
Şiir yazarken dalgınlaşır, kendi kendine konuşur. Çeviri yaparken ise yüksek sesle okur yazdıklarını, hatta bağıra bağıra. Öğleden sonra başlar çalışmaya, gece herkes yattıktan sonraya kadar devam eder. Peçetelere yazar çoğunlukla, işi bazen masa örtüsüne kadar ‘ilerlettiği’ olur. Güler Yücel 2004 yılında Radikal İki’de yayımlanan bir yazısında şöyle anlatır Yücel’in nasıl şiir yazdığını:
“Her zaman heyecanlı olan Can, şiire yoğunlaştığı an, sakinleşirdi. Can’ın yaratıcılık saati çoğunlukla gece idi. Ortalık sakinleşir, el ayak çekilince, soyunur, anadan üryan divana uzanır, kaşlarını bir aşağı, bir yukarı oynatır; dudaklarıyla mırıl mırıl mırıldanır, bakışları sakinleşir, etrafındaki hiçbir şeyi görmez, her şeyi delip geçer; bakışı, beyinden uçuşan imgelere odaklaşır, adeta onları kovalar, bir yandan da, eliyle bıyıklarını kıvırırdı. Saatlerce öyle hareketsiz kalırdı. Kimse ona dokunamaz, kendi kendine kalır, sonra ayağa kalkar, masanın başına geçer, şiirini veya yazısını yazardı. Bir aşağı bir yukarı odanın içinde dolaşır, daha sonra gecenin bir saatinde beni uyandırır, ‘Bak bakalım, şunu bir dinle!..’ der, bana yazdıklarını okurdu.
Ben de uykulu uykulu, onun şiirlerini dinlemeye çalışırdım. Uyanmam için, bana kahve yapar, şu mısra sarkmış dediğim an hemen öfkelenir, daha sonra şiirin girinti çıkıntılarını düzeltir, o davudi sesiyle şiirini tekrar tekrar okurdu. En son haline gelen şiiri temiz bir kağıda o güzelim el yazısıyla yazardı. Odanın ortasına buruşturulup atılmış müsveddeleri toplar, düzeltip saklardım. Ne kadar çok toplamışım bu müsveddeleri.”
Davetsiz Misafir
Artık eskisi kadar beklemeyecektir kitap yayımlamak için. Evdedir ve yalnızca şiir üstüne, yazı üstüne çalışır. Önce Kuzguncuk’ta, ardından Datça. Güler Yücel yemek pişirirken mutfak masasında yazılır şiirler.
“Ölüm ve Oğlum” (1976), “Rengahenk” (1982), “Gökyokuş” (1984), “Beşibiyerde” (1985), “Canfeda” (1986), “Bi Çocuk” (1988), “Kısa Devre” (1990), “Kuzgunun Yavrusu” (1990), “Gece Vardiyası” (1991), “Güle Güle- Seslerin Sessizliği” (1993), “Gezintiler” (1994), “Maaile” (1995), “Seke Seke” (1997), “Mekanım Datça Olsun” (1999), “Alavara” (1999).
Mesleği şiirdir Can Yücel’in. Yaşamı boyunca bir iki memuriyet ve çeviri dışında uğraştığı tek meslek. Aynı zamanda davetsiz misafirdir onun için şiir:
“Ben şiiri ciddiye almıyorum ki zaten, yeter ki şiir beni ciddiye alsın! Davetsiz misafirdir... Pat diye gelir. Ya bir Afrika menekşesini ya ölen bir delikanlıyı bahane eder, oturur karşıma, kaldırabilirsen kaldır artık.”
Şiiri öfkedir, sevgidir, mizahtır Can Yücel’in. Oyundur da bolca. Dille, yaşamla, gerçeklikle bir oyun. Yaşayan şiirlerdir, yaşamın içinden fişek gibi geçen şiirler...
“Bu gül birşeyin anısı olacak ama neydi unuttum
Kimbilir belki de sabah sabah yeniden açan umudum”
Kahkaha Çiçekleri
1999 Ağustos’unda Datça’daki evinde ağırlaşır Can Yücel. Oğlu Hasan hocası Gazi Yaşargil’i arar, durumu anlatır. Babasının onun için imzaladığı son eserini göndereceğini de söyler.
İmzalar da Can Yücel “Mekanım Datça olsun” adlı kitabını: “Gazi... gözümün bebeği...giderayak...”.
“Ölüm bir eşek şarkısıdır / Gelir geçer göçer”.
Tarih 12 Ağustos’tur. Kaleminden son çıkan sözler bunlar olur, saat 23.00’te durur kalbi.
Şükran Kurdakul’a göre “Sözünü budaktan esirgemeyen bir kabadayı”; Zeynep Oral’a göre “Şiiriyle kahkaha çiçekleri üreten, sözcüklere habire takla attıran, dizeleri rengarenk çemberlerde fır döndüren yaramaz bir çocuk; imgelere pabucunu ters giydiren bir sihirbaz”...
16 yıl önce bitirir kendi senfonisini;
“Konser oldum, bitmemiş senfoniyi bitirdim”...
(Fotoğraf – 8) 12 Ağustos 1999’da aramızdan ayrılan ‘’Can Baba’’, vasiyeti üzerine çok sevdiği Datça mezarlığına defnedilir. Heykeltraş Mehmet Aksoy’un yaptığı mermer kabrinde, ‘Datça’nın deli rüzgârına’’ savuruyor yine küfürlü dizelerini…
(Fotoğraf – 9) ‘’Can Baba’’ ve ‘’Eşber Yağmurdereli’’
Metin Bahçivan
29 Ekim 2015 / Adana
Kaynakça :
1) Nebil Özgentürk, ‘’Bir Yudum İnsan’’ Alfa Yayınları,2004,s.139-145.
2) Miraç Zeynep Özkartal, ‘’Muhalif Bir Bilge CAN YÜCEL’’
Metin Bahçıvan
Diğer Yazıları
Tüm Yazıları