Canan Karatay olayı üzerine bir deneme... Kafam Kesilse Bile Düşünebilirim

Lavoisier’in başını kesiyorlardı iktidardakiler...
Söylediklerini  tehlikeli bulmuşlardı.
O sadece evrendeki maddelerin hiçbirinin yok olmadığını veya yoktan var olmadığını, tamamen birbirine dönüştüğünü söylemişti. Aslında bu görüş; yoktan altın elde etmeye çalışan simyacılıktan, her şeyi bilimsel temelde ele alan kimyaya geçişin felsefik alt yapısıydı.
Lavoisier bu felsefeyle sadece; İki maddeyi karıştırıp, yeni renkte başka bir madde elde edince bunu illizyon gibi sunan simyacılığa bilimin ışığını gösteriyordu. (Fizik dışı bir tartışma olan tanrının hikmetiyle ilgili bir şeyler ispatlamak değildi amacı)

Ama en çok bilim insanları (!) karşı çıktı ona... 
Örnek olarak da yanan bir odunu gösterdiler; 
“Diyelim ki 1 kilo ağırlığında odunu ateşe veriyorsunuz. Bir müddet sonra yoktan var olan ateş yeniden yok oluyor, geriye sadece 100 gr. kül kalıyor.”
Lavosier, buradan yola çıkarak oksijen gazının varlığını ve yaşamımızdaki rolünü izah etti. Bir birine dönüşen şeylerin insanın gözleriyle göremeyeceği maddeler de olabileceğini gösterdi. Böylece ateş ve yangın ile, ayrıca yaşamımız üzerine etkili bir çok olay ile ilgili gerçekler ortaya çıkmış oldu.
Ama iktidardakiler onun başını kestiler... “Söylediklerin yanlış ve insanları ters yönlendiriyorsun” dediler.... İdamı için başka bahaneler uydursalar da, fermanı hazırlayan ana neden buydu.
İdama gitmeyi beklediği saatleri sadece kitap okuyarak geçirdi. Cellat kendisini almaya gelince, kitabında kaldığı yere bir ayraç koyarak giyotin sehpasına gitti. Onun için evrende hiç bir şey son değildi, yaşam da keskin bir bıçakla bitmeyecekti elbet. Ayraç bunun göstergesiydi. 
Giyotin’in bıçağı Lavoisier’in boynuna düştü... Bu sırada dönemin önemli matematikçisi Lagrange, Lavoisier’le konuştuğu gibi not tutuyordu.
Defterine yazdı; 
“Başı yere düştükten sonra gözünü kırptı.”
Yapılan dünyanın  gelmiş geçmiş en ironik deneyiydi. Lavoisier  “Kafası kesildikten sonra insan hala düşünmeye devam edebiliyor mu?” diye bir araştırma planlamış, arkadaşı Lagrange’ye; “Eğer giyotinden sonra gözümü kırpabilirsem ,düşünmeye devam edebildiğimi anlamalısın” diye yol göstermişti.

Kafam Kesilse Bile Düşünürüm

Bence bu deney, bilim adına yapılan tüm bağnazlıkların görülebilmesi için bu güne kadar yapılmış en önemli çalışmadır. Ve asıl gösterdiği şeyden öte, bilim insanının gerçeklerin üzerine korkusuzca gitme ve çok yönlü düşünmeye devam etme ironisine gönderme yapar.  

Para İçin Yapılan Araştırmalar

Anlatacağın diğer öykü yaklaşık 15-20 yıl önce benimle birlikte bir çok doktorun tanık olduğu şeyler. O yıllarda bugün belli yaşın üzerinde çok sık kullanılan kolesterol düşürücü ilaçlar yeni yeni piyasaya sürülüyordu. İlaç firmaları fiyatı yüksek olan bu ilaçları doktorlara yazdırmak için büyük promosyonlar yapıyorlardı. Hatta ne kadar gerçekti bilemiyorum, ender de olsa bazı doktorlarla yazılan ilaç kutusu başına konuşulduğu dedikodusu yayılmıştı. Firmalar portatif test cihazları üretmişler, mahalle mahalle dolaşarak, insanların kolesterollerini ölçüyor, hafif yüksek değerlere bile hemen ilaç kullanılmasını öneriyorlardı.
Açıkçası o zaman bu uygulamadan bir çok hekim rahatsız olmuştu. Buna rağmen günümüzde bu ilaçlar artık neredeyse rutin yaşamımıza girdi.
Örneğin ben; hayatımda kolesterol ve trigliserid değerlerimin hiç yükselmemesine rağmen, geçirdiğim kalp hastalığına dolaylı olarak iyi gelir düşüncesiyle her gün kolesterol düşürücü ilaç almaktayım. Profesör olan doktorum aynı zamanda arkadaşım olduğu için de; doktorumun samimiyetine karşı en ufak bir şüphem yok.
Ancak buna rağmen “Bu konuda yapılan araştırmalar tarafsız ve-veya yeterli mi, karşı tezi değerlendirecek araştırmalara da ilaç firmaları maddi destek veriyor mu?” şeklinde önemli tereddütlerim var.
Unutmayınız ki günümüzde tıbbi deneyler, bağımsız laboratuvarlardan daha çok ilaç sektörünün geliştirdiği arge laboratuvarlarında yapılmaktadır. Tıbbi kongrelerin ise neredeyse hepsi ilaç firmalarından aldığı destekle hayata geçmektedir. Hatta bu kongrelere katılan doktorların çoğu, ilaç firmalarının misafiri olarak gitmektedir.
İşte tam burada aklıma bir çok soru takılıyor;
“Acaba son zamanlarda mecazi anlamda kafası kesilen Prof. Dr. Canan Karatay’ın haklı olduğu bir şeyler olabilir mi? Acaba kolesterol zannedildiği gibi zararlı bir şey değil de, aksine şekerin yükleme testinde kullanılan miktarı anne karnındaki narin bebeğe zarar verecek düzeye gelebilir mi?  Gebelerde şeker yükleme yapılacak yerde teşhis başka bir yöntemle konulamaz mı (Örneğin HbA1C aranması ???) ? En önemlisi Canan Karatay’ın tezini hemen yok saymadan önce bir kez daha düşünüp, sırf bu tartışma üzerine araştırmalar ve ilaç firmalarının müdahil olmadığı kongreler yapılamaz mı?”

Aklıma takılan en önemli soru ise, bir doktor olarak değil, bir hasta olarak düştüğüm şüpheyi belirliyor;
“Acaba hayatında hiç kolesterolü yükselmeyen ben, karaciğere toksik olduğu bilinen kolesterol düşürücü ilaçlarımı almaya devam etmeli miyim?
Söyleyeceklerim sadece bu kadar, yoksa ne kimseye taraftarım, ne de karşıyım.
İzninizle yazımı bilim tarihinden başka bir öykü ile bitireyim.

***

Nobel Tıp Ödülü Almış Bir İlaç; DDT

Dünyanın krizde olduğu otuzlu yıllarda, sıtma, bit, uyuz, pire gibi parazitler insanları kırıp geçiriyordu. Bunlar bir çok ölümlü vakayla sonlanabiliyordu. İsviçreli kimyacı Paul Hermann Müller 1939 yılında; DDT’nin bu böcekleri öldüreceğini iddia ederek, insanların ve doğanın üstüne direk sıkılmak suretiyle kullanılmasını önerdi. Ve DDT İkinci Dünya Savaşı sırasında sık kullanıldı. Kısa vadede böcekleri yok ettiği için  bir mucize olduğu düşünülen DDT’nin uzun vadedeki zararları , zaten insanlar savaşta  başka nedenlerle de öldüğü için göz ardı edildi.
Asıl korkuncu 1948 yılında Paul Herman Müller’e Nobel Ödülü verildi ve maalesef bu zehir 1962 yılına kadar (ülkemizde ise seksenlere kadar) insanların üzerine direk sıkılarak uygulandı.

Ta ki; Amerikalı bağımsız bir doğa bilimci olan Rachel Carson 1962 de yayınladığı “Sessiz Bahar” isimli kitabında; DDT’nin doğurganlık sorunları yaptığını, nörolojik bozukluklara neden olduğunu, doğada (ve tabi ki yiyeceklerde) yok olmadan biriktiğini ve uzun vadede kanser yaptığını yazana kadar.
Yer yerinden oynadı.. Rachel Carson’un neredeyse kafası kesildi. Çünkü zavallı (!) bir kadın, Nobel Ödüllü bir bilim adamına karşı çıkıyordu. Olacak iş miydi. Sıkı durun... Bu infazın baş rollerinde ise DDT üreten firmalar vardı.
Tam on sene Rachel Carson dayak yedi. DDT firmaları kazanacağını kazandı, 1972 yılında DDT  çok zehirli olduğu gerekçesiyle ABD’de yasaklandı. Türkiye’de ise seksenli yılların ortasına kadar kullanıldı.

***

Bir zamanlar Annem saçlarımdaki bit için benim kafama da DDT sıkmıştı... Şimdi ise ben Mesane kanseriyim. Konuda uzman olan meslektaşlarım diyor ki, sigara içmeyen kimselerde mesane kanseri olmazmış. Ben hayatımda hiç sigara içmedim, ama kanserim. 
Canan Karatay olayında aklımın niye karıştığını şimdi anladınız mı? 



Sayı 28 (Eylül - Ekim 2015)

Bu yazı 6404 defa okundu.