Çukorova - Konya Arasında Bir Gezi Yazısı
Çukurova kapısı geçilmez...!
Çukurova kapısındayız. Yüzyıllardır, kimi zaman dostça ama çoğu zaman savaşarak girebilmiş insanlar Çukurova'mıza. Bizse bugün güle oynaya geçiyoruz saatte 120 km hızla... Gülek üzerinden Konya ovasına doğru...
Oysa MÖ 5 yy.da Pers prensi Kyros topladığı paralı askerlerle, kral olan kardeşi Artaxerkes'i devirmek için bu kapıdan geçerken, yerli kabilelerle savaşmak zorunda kalır. O zamanlar bile, bölge halkı özgürlüğüne düşkündür, savaşmaktan korkmazlar. Pers ordusu, önce kimle savaşacağını, konuşacağını bilemez. Sonra gümüş gücüyle uzlaşırlar ve yollarına devam edebilirler. Gümüş, yani "para bütün kapıları açar", sözü de tarihteki yerini bulmuş olur. Meşhur tarihçi yazar Xenephon, Onbinlerin Dönüşü adlı eserinde bu olayları detayları ile anlatır. Onbinlerin Dönüşü ise, bu paralı askerlerin, memleketleri Yunanistan'a dönme serüvenlerini anlatan heyecanlı, üzücü bir hikayedir, ama bir o kadar da Anadolu'nun o dönemini bize aktarır. Bir başka yazımda, bu hikayeyi de yorumlamak isterim.
Aradan 100 yıl geçer, bu sefer Büyük İskender aynı kapıdadır. Önce, küçük bir Pers gücü kapıdan geçişlerine engel olur. Ancak İskender'in gemileri Tarsus'u kuşatınca geri dönmek zorunda kalırlar da, o sayede İskender'in ordusu Gülek'i geçebilir. Civarda döneme ait 5 kitabe vardır. Bir kitabede, İskender'in "Persler savunmaya devam etseler kapıdan giremezdik", sözlerini okuyoruz.
İskender'den 1400 yıl sonra ise, 1098 de Haçlılar bu geçitten geçmeye cesaret edemeyeceklerdir. Bölge Türklerin kontrolündedir ve bu kapıdan geçemeyip, Göksun'a kadar ilerlemek zorunda kalırlar.
Mısır'dan esen sanat rüzgarı
Kapımızın hikayeleri anlatmakla bitmez ama biz ilerliyoruz ve Tekir yaylasına geliyoruz. Yol mükemmel, iniş yolunda kaçış cepleri dikkatimizi çekiyor. On, onbeşyıl önce bir kaza olmuştu ve 13 fotografçı o kazada hayatını kaybetmişti. Haluk hoca, o kazayı
hatırlayıp, bu cepler o zaman olsaydı o kadar ölüm olmazdı, diyor. Çözümler basit ama kaderden de kaçılmıyor. Nur içinde yatsınlar...
Ve İvriz Hitit kaya kabartmasına geliyoruz. İlk bakışta Mısır etkisi görülüyor. Baş ve ayaklar profilden, gövde ve gözler cepheden resmedilmiş. Hatti ülkesinden ve hititçenin çözülmesinden bahsediyoruz. Uzun yıllar çözülemeyen Hitit dili, Ceram'ın anlatımına göre Hronzy adında bir Çek dil bilimci sayesinde çözülür. İlk çözülen kelimeler, ekmek yemek ve su içmektir. Essen ve wasser kelimeleri kilit rol oynamıştır. Aslında bu hikaye de başka bir yazının başlıca konusu olacak kadar ilginçtir...
Kırmızı gölde hoşgeldiniz seremonisi
İvriz'den sonra, obruk gölü Karagöl ve sonrasında volkanik göl Meke'ye geldik. Meke bir tuz gölü, bizi kırmızı renkte karşıladı, içindeki mikro organizmalar demir kullandıklarından bu rengi oluşturmaktalar. Volkanik tepesinde kelebekler her yılın belli zamanlarında toplanır. Ayrıca çevredeki protogeometrik seramik kalıntılarda dikkat çekiciydi.(*) Bu seramik parçalarını ellememek, almamak gerek, niyesini Çatalhöyük bölümünde anlatacağım...
Konya
Mevlana'nın şehrindeyiz. Dergahını, türbesini, müzesini geziyoruz. Ne olursan ol gel diyen hoşgörüsü hepimizi tekrar etkiliyor. Onbir ayın sultanı Ramazan ayında oluşumuz ise, ziyaretimizi daha da anlamlı kılıyor. Alaattin tepesindeki Camii maalesef bel veriyor, höyük üstünde olması nedeniyle sütünlar yana kaymış. Caminin çinileri ise zamanında çalınmış, şimdi aynı renklerle boyanmış olarak duruyor, çok üzücü...
Şehrin surlarından günümüze birşey kalmamış. Taşlar modern binalarda kullanılmış. Ünlü Amphilochius kilisesinden eser yok. Camiye çevrilmemiş olan kiliselerin korunmasındaki güçlüğü tartışıyoruz. Ayasofya'nın camiye çevrilmesinin günümüze kadar korunmasını sağlaması tartışma götürmez...
İlk insan, ilk medeniyet ve Tunç bey
Konya’dan güneye Çatalhöyük'e iniyoruz. James Mellaart kazıları yapan ilk arkeolog, daha sonra adı eski eser kaçakçılığına karıştığı için kazı izni elinden alınmış. Nedeni, yazmış olduğu bir makalede kayıtlara geçmeyen bir hazineden bahsetmesi. Nedeniyle ilgili olası senaryoları tartışıyoruz. Kaçak kazı yapan birinin bu hazineyi Mellaart'a göstermiş olduğu ve onun da ihbar etmeme şartına uyduğu, görüşünü konuşuyoruz. Kim bilebilir ki...?
Çatalhöyük Anadolu'nun en eski yerleşim yerlerinden, ağırlıklı neolitik dönemden... Hayvan evcilleştirme, buğday üretme, seramik kullanımı görülüyor... Bölgede yakın zamanlara kadar leopar yaşamış. duvar resimlerinde de leopar görülmekte. Çatalhöyük'te yabancı kazı ekipleri çalışmalarını sürdürüyor. Ekiplerde bizden arkeologlar ve uzmanlarda yer almakta. Bize rehberlik yapan Tunç bey, güzel anlatımıyla o dönemi yaşamamızı sağladı. Höyük'ün en tepe noktasında, 21. Katın üstündeyken, etraftaki seramik parçalarını konuştuk. (*)Tek bir parçanın bile onarım esnasında önemli olduğunu, bulunamadığı zaman yerinin boş kaldığını vurguladık. Hatıra diyerek almamamız gerektiğine vurgu yaptık. Tunç beye ve diğer uzmanlara gösterdikleri ilgi alaka için teşekkür etmeyi bir borç bilirim.
Höyük üzerinde yalnız bir mezar var. Köy mezarlığına kabul edilmeyen bu kadın kimdir, ne yapmıştır? Bilinmez ama her ziyaretçi onu soruyor, adını anıyor. Bu dışlanma onu ölümsüzleştirmiş adeta...
Piri Reis Karaman'da...
Karaman pırıl pırıl bir şehir olmuş. Yıllar önce görmüştüm, yeşillenmiş, modernleşmiş, 3-4 katlı evlerle yaşanılır bir yer olmuş. Eskilerin Germanicopolisi, Romalı komutan Germanicus’un başarılı geçen Kommagene ve Kapadokya seferlerinin ardından üst olarak kullanılan bu şehir onun adıyla anılır olmuş. Bu geçmişine uygun Kız Medresesi'nde Piri Reis'in haritaları sergileniyor. Bizim Piri Reis'in haritalarının bazılarında, İskenderi Zulkarneyn döneminin haritalarını kullandığı da rivayet edilmekte. Ünlü haritacı sonra nedenini anlayamadığımız bir şekilde padişah tarafından öldürülüyor... Medresenin girişinde ise, Germenicopolis Demos- halk meclisinin Ataratesi onurlandırdıklarını anlatan bir kitabeyi okuyoruz. Sigma yerine C ve Omega ters çevrilmiş yeni yazı formu 2. Yy ın sonrasını işaret ediyor.
Yunus Emre Cami, kendisi gibi mütevazı bir cami. Aydın bir imamı var ve bize Karaman'ın niye Yunus'un öldüğü yer olduğunu söylüyor. Tapduk Emre’yi ve eserlerini, dönemin hoşgörüsünü tartışıyoruz.Bu hoşgörü sayesinde Anadolu da çok sayıdaki Rum Türk kimliği kazanmıştır.
Karaman müzesinde mumyalanmış bir kadın görüyoruz. Dr. Haluk Uygur tarafından ilk kez müzeye yirmi yıl önce bildirilmiş. Manazan mağaralarında yaşayan bir rahibeymiş. Arkeometrik çalışmalarda kadının deniz kenarında uzunca bir süre yaşadıktan sonra Manazan'a geldiği anlaşılmaktaymış.
Sonra Taşkale'ye geldik. Köylü kadınlar el işlerini almamız karşılığı fotoğraf çektiriyor. Ayşe kadın, dul maaşını iş sahibi oğlunun almasından şikayetçi. Param elime geçmiyor, diyor. Keşke buradan paramı çekebilsem, diyor. Herşeye rağmen bir başına buralarda yaşıyor. Taşkale'de taşa kazılmış cami dikkatimizi çekiyor. İçerde mukabele bitmek üzere, bitince hocayla sohbet ediyoruz. Hep yaşlılar geliyor keşke gençleri de getirebilsek, diyor.
Taşkale'de Ata'mızın ecdadı
Taşkale, Ata'mızın ailesinin buradan Selanik'e göçmesiyle de ünlü, Hocazadeler ailesi 16. Yy’da Selanik'e gönderilmiş.
Taşkale'yle vedalaşıp, uzun bir yolun sonunda Adana'mıza geliyoruz. Bu gezilerin en güzel yanı, sonunda güzel Adana'ya dönüyor olmamız...
Not: Konya ve Mevlana bölümünü ne kadar çok anlatsam, yine de az bulurum. İki sene önce yazmıştım "Hz. Mevlana ve Ölüme Ağıt"ı, yeri geldi, paylaşayım istedim....
Hz. Mevlana ve Ölüme Ağıt
Yıllar önceydi, bir gurup arkadaşla aynı duygularla yola çıktık
Altı saatlik yolculuğun ardından Konya'daydık.
Amacımız Şeb-i Aruz törenine katılmaktı.
Konya'nın soğuğu engel olamadı, ne bize, ne de bizim gibilerine...
Kıymetini bildik mı bulunduğumuz ortamın
Yeterince anladık mı ölümün kutlanmasını, vuslatı, kavuşmayı?
O zaman anladığımızı zannettik, halbuki henüz hamdık...
Önce pişip, sonra da yanmamıza daha çok vardı
Başarabilir miydik diye düşününce, en azından yolunda ölebilirdik
Mekke yolundaki kaplumbağanın dediği gibi...
17 Aralik 1273 de vuslata eren Hz.Mevlana, yaşamını
"Hamdım, piştim, yandım" diyerek özetler.
"Ölüm günüm, düğün günümdür" der, ölüm ebedi vuslattır, kavuşmaktır
Öldüğünde sevdiğine, Allah' a kavuşacaktır.
Onun için ölünün ardından ağlamak ne lüzümsuzdur!
Kalplerde, gönüllerdedir ölümsüzlük, onun için:
"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir" der.
Hz.Mevlana, Şems-i Tebrizi'yle karşılaştığında "mutlak kemalin varlığını",
onun cemalinde ise "Allah nurlarını" görmüştür.
Cok çabuk kaybettiği Şems'den ayrılık, O'nu önce cok üzmüş,
sonrasında ise, aradığı Şems' i kalbinde bularak, teselli olmuştur.
"Ey arayan kişi! İster Onu gör, ister Beni. Ben O’yum, O da Ben.” diyerek,
Tasavvuf edebiyatında sevenlerin birbirinde yok olma halini tasvir etmiştir.
Çağrısı ise, Allah'in tövbe kapısınadır, tövbe ederek gelenler içindir:
Gel! Ne olursan ol, yine gel...
İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta...
İster yüz kere tövbe etmiş ol, ister yüz kere bozmuş ol tövbeni...
Bizim kapımız umutsuzluk kapısı değil, nasılsan öyle gel.
Şeb-i Aruz günü, Hz. Mevlana'nın hoşgörüsünün yaşam felsefesinin
insanlara aktarılmasına vesile olmalıdır. Modern zamanların ihtiyaç
duyduğu herşey, yüzlerce yıl öncesinde bünyemizden çıkmıştır.
Onun büyük bir İnsani Kamil olduğu, yeni nesillere doğru aktarılmalıdır.
Hz. Mevlana’nın vasiyetiyle de bitirmek isterim yazımı:
Ben size, gizli ve aleni, Allah’tan korkmanızı,
az yemenizi, az uyumanızı, az söylemenizi, günahlardan çekinmenizi,
oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi, daima şehvetten kaçınmanızı,
halkın eziyet ve cefasına dayanmanızı, avam ve
sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmanızı, kerem sahibi olan salih kimselerle
beraber olmanızı vasiyet ederim. Hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yalnız tek olan Allah’a mahsustur.
Tevhid ehline selam olsun.”
İpek Kobaner
Diğer Yazıları
Tüm Yazıları