Hemşerim! Memleket Nire?
Üniversitede ilk yılımdı. Kaldığım yurt odasının kapısı açıldı, içeriye bir kaç bıçkın delikanlı girdi ve ''Birader bu odada kalan bir Sivaslı varmış'' dedi. Odada o anda tek olduğum için sadece ''Şu an burada değil'' diyebildim. Tam çıkıyorlardı ki merakla neden aradıklarını sordum. Hani bir sorun varsa yeni oda arkadaşımı erkenden uyarayım istedim. ''Hemşehrimizmiş de tanışmak, bir ihtiyacı var mı diye sormak istedik'' dediklerinde hem rahatlamış hem de şaşırmıştım.
Üniversiteye gidene kadar ne kimse bana sormuştu ''nerelisin?'' diye ne de ben kimseye. Belki de ''Medeniyetler Şehri'' diye anılan bir yerde doğduğum için; bir insan nerede yaşıyorsa oralıdır, gibi bir düşünceye sahiptim. Her bayram ve her yaz tatilinde gittiğim doğduğum evde; yan komşularımız Mardinli'ydi. Çocukluk arkadaşım Mehe bizimle oynarken Türkçe, kardeşleri ile oynarken Kürtçe konuşurdu. Sokağın karşısındaki Fatma Hanımlar ise Suriye'liydi. Dedemin iki katlı müstakil evinin alt katında da yıllarca, kiracımız Corç Amca oturuyordu. Ben yıllar sonra öğrendim aslında bu ismin George diye yazıldığını ama gerek ortak posta kutumuza atılan mektupların üzerinde, gerekse düğündü, sünnetti gibi etkinliklerde bizimkilerin hazırladıkları davetiyelerde ismi hep Corç olarak yazılırdı. Yan binadaki Kemal Amca ise zaten uzun yol şöförüydü. Daracık sokağa park ettiği koca tırını gördüğümüzde bilirdik yine üzerinde arapça yazılar olan binbir çeşit çikolatalarla geldiğini. Anneannem hala bayramlarda; bizi, bize, binbirinci kere anlatırken rahmetliyi anmadan geçmez; ''Onun sayesinde seni alman pudraları ve muzlarla büyüttük'' diye...
İşte böyle bir sokakta geçti her bayram ve yaz tatilim. Herkes komşu, herkes İskenderunluydu. Fatma Hanımlar bayramın ilk günü hemen günübirlik Suriye'ye gidip gelirlerdi. Hani öylesine, sanki Adana'dan Mersin'e gider gibi. Mahallenin çocukları ise topluca bayram namazına. Namaz sırasında Rıdvan bizden farklı hareketler yapardı, bir kere acaba ben mi yanlış kılıyorum diye sorduğumda ''Bizim mezhep farklı olm'' demişti, zaten sonra bir daha da dert etmedim. Dönüşte Corç Amcanın yeğeni Markus'u da alır arka bahçeye geçerdik. Bir ayağını ben tutardım koyunun bir ayağını Markus. Markus'un bizimle teravihe geldiği de çok olurda da, biz kiliseye o kadar sık gitmezdik. Gittiğimizde de sıkılır erken dönerdik. Ama Paskalya'ya denk geldiğimizde az yumurta boyamadık beraber.
Hani öyle pek modern, pek sosyalist, pek açık görüşlü bir aile de değildi benimki. Ama İskenderun'da hayat böyleydi. Üniversiteye gidene kadar ne kimse bana sormuştu ''nerelisin?'' diye ne de ben kimseye. Hani bugünlerin klişe ama riyakar deyişi var ya; ''Türk, Kürt, Sunni, Alevi hepimiz birlikte yaşamalıyız'' işte o zamanlarda o şekilde yaşanıyordu zaten. Hem de kimsenin deyişlerden alıntı yapmasına gerek bile olmadan...
Fakat bugün, Atatürk'ün de bize vermek istediği Milliyetçilik ülküsü, tamamen rayından çıkmış ve hatta ırkçılığa kadar yaklaştırılmış durumda diye düşünüyorum. İnsan olarak zaten yaşadığımız yeri, ülkeyi, şehri, kasabayı, köyü, mahallemizi hatta oturduğumuz evi bile sevmemiz gerekiyor. Sevmediği bir yerde nasıl huzurlu bir yaşam sürebilir ki zaten insan? Ama bu sevgiye belirli sınırlar koymak, sadece bu sınırların içindekileri sevmek daha da kötüsü bu sınırların dışındakileri sevmemek ve hatta nefret etmek... İşte kabul edemediğim bu... Doğum ve kısmen ölüm kimsenin kendi tercihi değildir. Hele ki nerede doğacağın, ne renk olacağın, hangi dili konuşacağın veya hangi dinden olacağın... Çoğu zaman bunu unutuyoruz gibi geliyor bana. Irkçılığa varan milliyetçi söylemler dolanıyor etrafta. En entellektüelinden en cahiline sanki DNA'larımıza işlenmişcesine bir psikolojiyle savunuyoruz şans eseri doğduğumuz yeri. Dünyalı olmayı, insanı insan olduğu için sevmeyi beceremiyoruz. Çoğu zaman Onuncu Yıl Marşı ile Imagine arasına sıkışmış hissediyorum kendimi. Peki ya ''tanımadıkları'' atalarıyla gurur duyanlara ne demeli? Kanlı savaşlarla alınan topraklarla gurur duyanlara? Şimdi de kendilerini sahibi sanıp ''diğer''lerini ötekileştirenlere? Bugün bir Hitler dönemini inceleyip de gerçekten gözlerimiz dolmuyorsa, Hiroşima'ya atılan atom bombasının o dönemdeki etkilerini okuyup içimiz sızlamıyorsa, çok uzağa değil daha geçen sene komşumuz diyebileceğimiz Ukrayna'daki iç savaşta yuvası yıkılan çocukları görüp de kahrolamıyorsak hangi milliyetçilikten bahsedebiliriz ki?
*Ukrayna 2014
Bizim milletimizden olmamaları, insan olmamızı da mı engellemekte acaba? Daha geçen günlerde ülkemizde de bir benzeri yaşanmadı mı? Çin'deki Uygurlar ile ilgili haberlere -sadece aynı ırktan olduğumuz için- bir anda celallenirken, yıllardır Afrika'da açlıktan, hastalıktan ölen çocuklara ya da her kırmızı ışıkta araba camına yapışan çocukların durumuna neden aynı yoğunlukla duygular hissedemiyoruz.
Neden bu Milliyetçilik mevzusu sadece içinde ''kötü''yü barındıran durumlarda ortaya çıkıyor sanki? Mesela en milliyetçisi yazları tatile Italya'ya gidiyor,
iş seyahatleri hep Rusya...
Çocuğunu ABD'de okutuyor,
arabası Alman,
yatırımı döviz...
Zaten kapitalizmin bize dayatmış olduğu; içtiğimiz kola, yediğimiz hamburger veya giydiğimiz Nike'dan bahsetmiyorum, sadece kendi tercihlerimiz benim dediğim. Bugün kendi ülkemizdekilere bile en çok nerede yaşamak istersiniz diye sorsalar berikisi Kanada diyor, ötekisi bir Avrupa ülkesi söylüyor. Gönül istiyor ki herkes yaşadığı yeri sevse, ama komşusunu da sevse... İnsanı insan olduğu için sevse... Sadece deyişlerdeki gibi değil, gerçekten rengine, diline, dinine, etnik kökenine, hele hele annesinin onu nerede doğurduğuna bakmadan sevse...
Keşke birbirimizi, çocukken olduğu gibi, hiç birşeyi ayırmadan, sadece aynı takımı tuttuğumuz için bile birbirimize böbreğimizi verecek kadar sevdiğimiz gibi sevsek...
Sadece avantajlı coğrafi bölgelerde, ya da avantajlı şartlarda sadece şans eseri dünyaya gelenler bu hayatın sefasını sürerken, yine şans eseri dezavantajlı olanlar bu cefayı çekmese...
Keşke gelip geçici şu fani hayatta hepimiz John Lennon'un da dediği gibi yaşasak...
Mustafa Gökçen
Diğer Yazıları
Tüm Yazıları