Heykeller Diyarı
200 Yıl Yaşayacak Olan Mucize Bebek Heykellerle Birlikte Doğuyor
Bir bebek 14. yy’ da İtalya’nın Floransa şehrinde dünyaya gözlerini açıyor. Ömrü çok uzun olacak bir bebek bu. 200 yıl yaşayacak ve tüm Avrupa yarımadasına damgasını vuracak, kasıp kavuracak, bir deve dönüşecek. Ortaçağ’dan yeni çıkan yorgun, yıpranmış Avrupa’yı diriltecek, geliştirecek, güzelleştirecek ve bugün ulaştığı medeniyet seviyesine yükseltecek. Avrupa’nın Avrupa olmasının önünü açacak. Adını “yeniden doğuş” anlamına gelen “Rönesans” koyuyorlar “deve” dönüşecek bebeğin.Ataları da Avrupalı bu bebeğin. Avrupa yarımadasında M.Ö yaşayan Helenler, yani Yunanlar. Atalarından miras kalan eserler ışığında çıkıyor yola Rönesans ve yeni bir dönemin kapısını açıyor ardına kadar.
Rönesans’ın Çocukları
Rönesans’ın birçok çocuğu oluyor ressamdan mimara, edebiyatçıdan filozofa, bilim adamından heykeltıraşa. Kimler yok ki bu çocukların arasında. Rafael, Botticelli, Masaccio ve Da Vinci, Mikelanj, Kopernik, Galileo hatta Newton...Ve Rönesans’ın tüm bu çocukları el ele vererek Avrupa yarımadasını kültür, bilim ve sanatın beşiği haline getiriyorlar.Ve 10 milyon km2’lik kıta, bu sanat ustalarının küçük bir atölyesine dönüşüveriyor. Mimarları her bir binayı bir sanat eseri gibi inşa ediyor. Heykeltıraşları binaların dış duvarlarını, meydanları ve sokakları heykelleriyle beziyorlar. Ressamları ise bu yapıların içlerini boyuyorlar tabloları ile.
Galeriye Dönüşen Kıta : Avrupa
Böylece koca kıta, bir açık hava galerisine dönüşüyor zamanla ve bu kültür anlayışı sürüp geliyor günümüze kadar. Ve biz, bir galeriyi gezmeye gider gibi başlıyoruz dolaşmaya Avrupa sokaklarını bir uçtan bir uca, hayran olarak, kıskanarak, “keşke” diyerek; “Keşke bizim ülkemiz de, bizim şehrimiz de galeriye benzese.” Halbuki o potansiyelimiz var, bizim Anadolu’muz medeniyetler beşiği.
Avrupa’nınSokaklarına Ruh Veren Heykeller
Rönesans’ın doğum yeri olduğu için öncelik Floransa’nın. Floransa’da başımızı nereye çevirsek bir heykel görüyoruz. Meydanlarda, parklarda, binaların giriş kapılarında ve dış duvarlarının oyuntularında hatta çatılarında, havuzlarda, çeşmelerde. Hiç yalnızlık hissetmiyoruz bu yabancı diyarı dolaşırken. Karşımızda Michelangelo’nun Davut Heykeli replikası, sağımızda Herakles yani Herkül, solumuzda deniz tanrısı Neptün’ün çeşmesi, arkamızda Medusa’nın kesik başını elinde tutan Perseus, onun hemen yanında Sabin kadınlarına tecavüz eden Romalı askerler ve daha nicesini kucaklayan Floransa’daki Senyörler Meydanı burası. Bir meydanda kaç heykel olabilir? Bir, iki, üç? Bu meydanda onlarcası var. Ve her gelen, bu meydana bir heykel dikmiş yıkmak yerine ve bu çoğulluk, apayrı bir estetik ve sanatsal bütünlük oluşturmuş. Kendi etrafımda 360 derece dönmekten başım dönüyor.
Perseus’un Kanı Yüzüme Bulaşıyor
Avrupa’da heykeller, şehirlerde insanlarla beraber yaşıyorlar. Davud’un eline dokunup Mikelanj’ı hissediyorsunuz, Cellini’nin Perseus heykelinden damlayan kan sanki yüzünüze bulaşıyor. Biraz soluklanmak için oturduğum park, Floransa’da ünlü Boboli bahçeleri. Bahçe 16.yy’da Toskana Dükü Medici’nin eşi için tasarlanmış. Park, küçük çaplı bir heykel kolleksiyonuna ev sahipliği yapmakta. Parkta heykeller göletlerden fırlıyor adeta.
Roma’daki Trevi Çeşmesi, İtalya’nın simgesi haline gelmiş heykel komplekslerinden bir diğeri. Aşk çeşmesi diye çevrilmiş dilimize. Halbuki Trevi bir soyad. Binalarının cephesine çeşme yapılmasına izin veren ailenin adı. Yine kötü fikirler geçiyor zihnimden. Niye bizim meydanlarımızı böyle çeşmeler süslemiyor da, çeşitli yönlere su fışkırtan boş havuzlar bulunuyor.
Fotoğrafımı Çeken Bu Adam Kim?
Bratislava’da bir adam köşe başında saklanmış fotoğrafımı çekiyor. Poz veriyorum ve tanışmak için yanına yaklaşıyorum. Ve gülmeye başlıyorum kendi halime. Adam taşa dönüşmüş fotoğraf çekerken. Şaşkın halimi gören oldu mu acaba diye etrafıma bakınıyorum mahcup. Az ilerde bir adam kanalizasyon kapağını açmış kaldırıma çıkmaya çalışıyor. Ama artık tecrübeliyim. Elimi uzatmıyorum yardım etmek için, gülümseyip geçiyorum yanından, ne güzel şehir bibloları bunlar diye düşünerek.
Azrail ile karşılaşmaPrag’da köşe başını dönüyorum ki karşıma Azrail çıkıyor, halbuki ben daha yaşamak istiyorum. Azrail’in kulağına bunu söylemek için eğiliyorum ki, Azrail kostümünün içinden çıkıp gitmiş, oohh deyip derin bir nefes alıyorum. Yaşadığıma memnun ellerimi cebime sokup şehir turuma devam ediyorum. Karşımda bir köprü. Köprünün korkuluklarına bir sürü adam çıkmış. Heyecanlanıyorum, canlarına kıymak için kendilerini nehre mi atacak acaba bu adamlar? Hızla yaklaşıyorum köprüye. Ünlü Karel köprüsüymüş meğer burası ve bu adamlar da köprü korkuluklarına dizilmiş 33 heykel. Saygı duruşuyla geçiyorum bu sanat eserlerinin ve bu sanat eserlerini buraya yerleştiren zihniyetin önünden.
Paris’te Parkın Ortasında Çırılçıplak Bir Çift
Aşıklar kenti Paris’te bir çift aşık karşılıyor beni, öpüşüyorlar ve hatta çıplaklar sanırım. Yaklaşıyorum, evet Rodin bu. Sevgilisi Camille ile mi tasvir etmiş acaba kendisini? Şehrin ortasında kimseyi umursamadan… Dokunuyorum Camille’nin çıplak bedenine ve onun aşk acısını hissediyorum taa içimde. Şehrin en büyük parkı Tuileries Parkı burası ve bir açık hava müzesi adeta. Sayısız heykel var parkta.
Notre Dame Kilisesi’nin tepesine yaratıklar dizilmiş Paris’i izliyorlar tepeden
Ürküyorum bu şeytana benzeyen yaratıklardan ve bir bankta yalnız başına oturan hüzünlü, koca şapkalı bir kadının yanına ilişiveriyorum. Sohbet etmeye çalışıyorum ama o hiç konuşmuyor. Olsun, bana yine de yarenlik ediyor sessizliğiyle ve korkumu unutturuyor. Teşekkür edip kalkıyorum.
Ver Elini İspanya
Ve elini veriyor İspanya. Rüzgar gibi koşuyoruz Barselona sokaklarında. Başında fötr şapka, elinde bir valiz var. Adını sormuyorum, kimdir, niye koşuyor bilmiyorum ama onunla koşuyorum Madrid’e kadar el ele. Karşıma Anadolu topraklarından tanıdık bir sima çıkıyor Madrid’te. Kibele bu. Bereket ve doğurganlık tanrıçası. Aslanların çektiği bir araba ile gelmiş Madrid’e Anadolu kültüründen çıkıp. Yanına atlayıp “hadi” diyorum “Kibele, sür arabayı dönelim artık kendi yurdumuza.”
Kentimdeyim Heykelsiz. Ne Üzgün!
Kibele gelmiyor benimle. Yalnız başıma dönüyorum bu masal diyarından. Bir masal kitabında, masal kahramanlarıyla yaşamışım hissi var içimde. Olsun diyorum, ben de kendi yurdumda, kendi kentimde, kendi sokaklarımda yeni arkadaşlar bulurum. Ama kimsecikleri göremiyorum kendi şehrimin sokaklarında, meydanlarında, parklarında, köşe başlarında. Ne bankta yanına oturabileceğim biri, ne elini tutup koşabileceğim… Ne kadar ıssız geliyor bu sokaklar bu meydanlar bana şimdi. Ellerim ceplerimde, başım öne eğik yapayalnız hissediyorum kendimi. “Belki” diyorum, “Belki bir gün olur, olmalı, heykelleriyle masal diyarına dönen o kentlerdeki gibi heykeller olmalı bu şehirde de, bu ülkede de…” diye umutlanmak istiyorum.