Karagöz ve Hacivat


    Ramazan yine geldi bununla beraber insanlarımızın yaşayışları ve sosyal ilişkileri her yıl ki gibi tekrar farklı bir hal aldı.Ramazan denilince benim çocukluğumda Kütahya’da gittiğim,merhum yazar Samiha Ayverdi tarafından milli kültürümüzün nostaljisinin yaşatılması için yeniden başlattığı bir Osmanlı geleneği olan çocuk iftarlarından aklımda kalan bazı unutulmaz kareler var.Yerel Osmanlı kıyafetleriyle kocaman tepsisinin içinde renk renk meyvelerden oluşan tatlılarıyla çocukları önünde sıraya dizdiren ve herkese birbirine benzemeyen ayrı bir renk cümbüşü içerisindeki tahta saplarla şekerlemeler veren Macuncu,arkasında taşıdığı kocaman sarı güğümüyle,birbirine vurdurduğu metal bardaklarıyla işini adeta bir perküsyon konserine dönüştürerek size meyve suyu ikram eden Şerbetçi,ortalıkta dolanıp,davetli çocuklarla şakalaşıp pamuk şeker veren İbiş unutamadığım karakterlerdi.Ayrıca çocuklara bu iftara icabet ederek onurlandırdıkları ve tuttukları oruç ibadeti sebebiyle teşekkür mahiyetinde,içinde özlü söz olan bir kağıtla ve kese içerisinde bir temsili parayla verilen ”Diş Kirası” benim için ilk defa öğrendiğim,eski bir gelenekti.


    Fakat öyle bir an geldi ki salonda ışıklar karardı,bir perde aralandı,beyaz bir nurani zeminin ışığı her yeri kapladı.Biraz sonra beyaz zeminin arkasından gelen bir ses heyecanlanan çocuk dolu salona şöyle soruyordu:

”Çocuklar Karagöz’ü ve Hacivat’ı görmek ister misiniz?”

Bütün salon ağız birliği etmişçesine hep beraber:

”Eveeeeet” diye yanıtladı.

Perdenin arkasındaki ses tekrar devreye girerek şöyle dedi:

”Ama onlar nazlıdır,mânisini söylemezseniz gelmezler,neyse ben size mânisini söyleyeyim siz çağırın belki gelirler”.

Sonrasında perdenin arkasındaki sesle biraz sonra bütünleşen bir çocuk korosu:

”Başlar mısınız başlayalım mı?

Karagöz’ün evini taşlayalım mı?”

    Belirli bir süre geçince bir düdük sesinden (nareke) ve uzun hava gazeli çekildikten sonra İki hayali karakterden biri olan Hacivat perdede belirdi ve salonu bir sessizlik hali aldı.Artık zaman durmuş herkes onun ağzından ne kelimeler döküleceğine odaklanmıştı.Hacivat’ın kendi kendine konuşmalarından arzu halini sunduktan sonra sahneye Karagöz de dahil oldu mizansen ilerledikçe birbirlerine yaptıkları şakalarla çocuklar gülmeye ve eğlenmeye başladılar.Gürültülü ve patırtılı sahne sonunda Hacivat’ın”yıktın perdeyi eyledin viran,varayım sahibine haber vereyim heman” sesiyle bu büyülü dünya bir başka ramazana kadar sona erdi.

    O gün çocuk olarak ne kadar çok eğlensem de yıllar sonra Karagöz ve Hacivat’ın aslında derin bir kültürün eseri olduğunu,çocukları eğlendirdiği kadar büyüklere de hakikat sırları ve dersleri verdiğini öğrendim.

Karagöz ve Hacivat…

    Rivayetlere göre Osmanlı döneminde Orhan Gazi zamanında yaşamış,cami yapımında çalışan iki işçidir.Birbirleriyle şakalaşmalarının ünü camii inşaatından çıkarak Bursa’ya yayılmış,yerel halkın merakı ve diğer işçilerin bu yaygaraya ortak olması nedeniyle inşaat gecikmiş,bu da iki kafadarın başının vurulmasına sebep olmuştur.Bu iki kafadarı seven ve bu hale üzülen tasavvuf büyüğü Şeyh Küşteri,onları deriden yaptığı ve çubuklarla desteklenen karakterleriyle ,bir beyaz perdede oynatarak ölümsüzleştirmiştir ve bu oyunu oynatana bundan sonra “Hayali” denilmiştir.Bunun dışında Karagöz ve Hacivat’ın ortaya çıkışıyla ilgili Orta Asya’dan gelen kukla geleneğine kadar çok fazla görüş vardır ama bana en yakın gelen ilk başta söylediğimdir.Bu karakterlerin dışında zamanla sahneye Bebe Ruhi,Arnavut,Tuzsuz Deli Bekir,Zenne,Laz,Kürt,Çerkez,Çelebi,Matiz,Cadı ve Cin gibi daha birçok insan ve doğaüstü karakterler de büyülü perdeye dahil olmuştur.Karagöz’ün karakterleri kadar musikisi de başlı başına bir konudur.Osmanlı Devletinde yaşayan bütün milletlerin tiplemelerinin bulunması kadar onların müzikleri de bu oyuna dahil olmuş,klasik musikinin dışında Arapça,İbranice,Rumca,Ermenice,Çingene ezgileri hatta opera,vals ve arya bile gösterinin içine girmiştir.Çok kültürlülüğünün etkisi olarak bu gölge oyunu Cezayir ve Mısır gibi başka coğrafyalara kadar taşınmış hatta Yunanlılar daha ileriye giderek asılsız bir şekilde Karaghiozis ve Hatziavatis diyerek kendilerine ait olduğunu iddia etmişlerdir. 17.yüzyılın sonunda dört ana bölümden oluşan bu gölge oyunu Kâr-ı kadim (eski oyunlar) ve Nevi icad (yeni oyunlar) olarak hiciv ve daha çok basit günlük konular şeklinde çeşitlere ayrılmıştır ve kendisini izleyen farklı gruplar olan padişahlara,zennelere,halka,çocuklara,tasavvuf ehline göre oyunlar gruplandırılmıştır.


    Tasavvuf ehli de bu oyuna rağbet ederek, medreselerde ve tekkelerde oynatıp,beyaz perdeyle fani dünya’yı,ışık ile hakikat nur’unu,tasvir edilen karakterlerle ise ölümlü fanileri yani insanları anlatmıştır.Büyüklere en önemli mesaj ise perdede oynayanlar olsa da arkada bir asıl oynatanın olması ile görünen zannedilenin ardında bir görülmeyen oynatıcı ( yaratıcı) olduğu anlatılmaya çalışılmıştır.“Söndü semâ zili,gaip oldu tasvir perde’de” sözü ile de bazen oyunlar bu şekilde bitirilmiştir.

    Adana’mızın bir çok kıymetli değeri olduğu gibi neyse ki Karagöz ve Hacivat konusunda da Mahmut Hazım Kısakürek gibi yaşayan bir değeri var kendisine uzun ömürler diliyorum.Adana’ya güç verenler projesinde yer alarak kendisine yaşarken değeri verilen kıymetli ustanın,sağlık sorunları sebebiyle yeni nesillere bu oyunu öğreterek aktarıp,aktaramadığını bilemiyorum.Ama bildiğim bir şey böyle kıymetli insan hazinelerinin yaşarken değerinin bilinip deneyimlerini,yerel yönetimlerin katkılarıyla ve desteğiyle bu işin heveslilerine aktarılmasını sağlamak olmalı.Ne de olsa;

”Baki kalan şu gök kubbede bir hoş sâda imiş…”




Sayı 27 (Temmuz - Ağustos 2015)

Bu yazı 7395 defa okundu.