Kurumsallaşmak ya da Kurumsallaşmamak


Kurumsallık... Artık büyük küçük tüm firmalar bunun için çabalıyor. ''Kurumsal'' olabilmek için. Sadece firmalar değil, iş arayanlar bile ilk olarak ''Kurumsal bir firma mı?'' diye soruyor. Açın bakın iş başvuru formlarına; ''Daha önceki iş yerinizden neden ayrıldınız?'' sorularına, çok sık ''Kurumsal bir yapı değildi'' cevabının verildiğini görürsünüz. İşçi düzenli olarak maaşını almak istiyor. Onu da her ayın aynı gününde, eksiksiz bir şekilde almak istiyor. Belirli bir saatte işbaşı yapıp, -en çok da- belirli bir saatte evine gitmek istiyor. Bu yüzden ''kurumsal firmaları'' öncelikli tercih ediyor.

Kurumsallık yolunda ilerleyen firmalar da bunları biliyor ve bu yönde adımlar atıyorlar. Personel maaşları için banka kartları dağıtıyor. Her ayın birinde maaşlar hesaplara otomatik yatıyor. Her personele görev tanıtımı yapılıyor, böylece her personel kendi işini biliyor. Aynı askeriye gibi hiyerarşi kuruluyor; şef, müdür, genel müdür, CEO kadroları oluşturuluyor. Toplantılar yapılıyor, raporlama sistemine geçiliyor. Sosyal etkinlikler düzenleniyor; ''Free Friday''den ''Happy Hour''lara, topluca yapılan spor şenliklerinden hafta sonu pikniklerine kadar kurumsallaşma yolunda tüm adımlar atılıyor.

Peki ama kurumsallaşmanın götürdükleri? 
En başta kaybolan şey; duygular... Hafta sonu piknikleri ile kazılmaya çalışılan samimiyet... Free Fridayler ile yakalanmak istenen sıcak hava... Toplantılar ile kaybedilen onca saat... Raporlar yüzünden uçup giden motivasyon... Ve emir komuta zincirinin sebep olduğu soğukluk... Personelin kendi arasında mesafeli olması ve devamlı temkinli olma hissi...

Belki de işini düzgün yapıyor olmak için kurumsallaşmak tek şart değildir. Daha doğrusu kurumsallığın o soğuk yüzünü görmek, göstermek şart değildir. Biz; bakkalımızda bozuk para çıkmayınca ''kalsın, sonra verirsin''ler ile büyüdük. Arabamızı tamirciye öğle vakti götürdüğümüzde, yemeğini yarım bırakıp karşılardı Mehmet Ustalar; bugün yetkili servislerde olduğu gibi ''ustalarımız şu an istirahatte ama siz deri koltuklu salonumuzda bekleyebilirsiniz'' denmezdi. Ve iki dakikalık bir iş için iki saatlik toplantıların yapılmadığı dönemlerde de işler tıkırında yürürdü. Eğer bugün insanlar kurumsallık adı altında somurtarak çalışıyorlarsa, sabah yataktan istemeye istemeye kalkılıyor ve iş yerinde mutsuz bir şekilde bulunuyorsa; yapılan işin ne kendisine ne de kurumuna bir hayrı olacaktır... 

Harcanan bütçeler, yapılan masraflar, verilen emekler... Ve sonuçta; servis saatini bekleyen insanlar... Yapacağı işin sınırlarını belirleyen görev tanımını, ellerine vererek yaratıcılığını öldürdüğümüz çalışanı da bu düzene alıştırıp ''ben işime bakarım gerisine karışmam'' diyen horoz moduna sokmuş olan kurumsallık... Bir kişinin bir günde yapabileceği işi, masaya yatırarak beş kişinin bir ayda bitirememesine sebep olan toplantılar... Yapılan işi; ast-üst ilişkisine kurban edip, nihai kararı verecek kademeye gidene kadar mundar eden hiyerarşik düzen... Son anda kadroya dahil olan ve yapılan her şeyi baştan yapmamızı isteyen esas oğlan...

Belki de asıl ihtiyacımız olan, kurumsallıktan ziyade; iş etiği ve iş ahlakından fazlası değildir. İş hayatının yazılı olmayan o etik kurulları, en ufak işletmeden, en büyük fabrikalara kadar o işletmede başarı ile uygulanabiliyorsa; ne kurumsallığın soğukluğuna ihtiyaç vardır ne de free friday'lerin yapmacık sıcaklığına... Çok büyük bir yüzdesini aile şirketlerininin oluşturduğu ülkemizde, bir şirketin büyüdükçe kurumsallaşmaması zaten teknik olarak mümkün değilken, bunun için özel bir gayrete düşmek amatör ruhu öldürmekten öteye gitmeyebilir. 

İş etiğine ve iş ahlakına sahip çıkan bir işletme için kurumsal yapı zaten özünde her zaman var olan bir sistemdir. Amatör ruh ise bu sistemin yıl sonu ikramiyesidir...


Bu yazı aynı zamanda  12 Ekim 2013 tarihli Milliyet Gazetesi Güney Eki'nde de yayınlanmıştır.




Sayı 28 (Eylül - Ekim 2015)

Bu yazı 7912 defa okundu.