Parisli Kabilesinden Parizien’e


parisisSabah şehri saran mis gibi yeni pişmiş baget kokuları, çıtır çıtır, biraz yağlı ama elbette çok lezzetli kruvasanlar, her sokakta birbirinden lezzetli unlu mamuller satan kafeler, yerel bistrolarda lezzetli kocaman bonfile ve kremalıpatatesten oluşan klasik yemekler, aslında hiç de masum olmayan bol kalorili ve leziz yiyecekler.

Akşamları restoranlarda yemek kuyruğu, ara sokaklardaki bistrolarda dahil her yer insanla dolu. Paris yaşayan bir şehir, hem çalışıyor hem hayatın tadını çıkarıyorlar. Aslında yayılımı, iki milyonluk nüfusuyla Adana gibi ama kaderi farklı ve çokşanslı.

Hem kendi güzel, hem de bahtı. Enkaotik ortamlarda bile, bir şekilde şansı yaver gitmiş, İkinci Dünya savaşında açık şehir olarak, yıkımdan bombalanmaktan en az zararı görmüş. Napolyon bir yandan Moskova’yı işgal ederken, bir yandan da Paris için çalışmış.

Askeri hareketleri yaparken, yanında taşıdığı şehir haritalarıyla,şehrin imarı için direktifler vermiş.

Öyle ki Arc de Triomphe ve Grande-Armee gibi anıtsal eserlerin yanı sıra, ken tolmanın olmazsa olmazı su depoları, kanalizasyon, pazarlar, polis teşkilatı gibi düzenli belediye hizmetlerinin verilmesini sağlamış.

 

 

Daha da enteresanı, askeri başarılarından çok bu hizmetlerinden gurur duymuş. Bir yandan dünyaya hükmetmeye çalışırken, diğer yandan Paris’in hizmetkarı olmuş. Ne güzel, ne mutlu oşehre… Aslında şehrin iyi kaderi Julius Caesar döneminde başlamış. İle de la Cite’de yaşayan Parisli denilen Kelt kabilesinin zenginliği ve konumu Julius Caesar’ın İ.Ö. 52 şehri istilasıyla sonlanmış.

Bu istila şehrin imarının da başlangıcı olmuş, güzel kaderininde. Ve bundan böyle şehir hep gözde olarak kalıp, gelen her yönetici ister imparator olsun, ister general veya kral Paris’e hizmet etmiş. Ne mutlu, ne güzel o şehre… Modern zamanlarda talihi değişmiş mi diye bakıyorum Paris’e. Yine yöneticilerin gözdesi, yine hizmet yarışının en çok görüldüğü yer. Her zaman gözde olmak için bir nedeni var.

Ağır tempolu Fransız filmleri bile ona hizmet ediyor. En son Amerikan yapımı “Paris’te Gece Yarısı” filmiyle yine kendini dünyaya hatırlattı. Sanatın, sanatçının mekanıyım, dedi. Yaşayan, anlatan, konuşan bir şehir Paris. Ulaşımı da kolay, ama yürüyerek. Aslında gezilip, görülecek yerler rahat bir yürüyüş ayakkabısıyla hep yürüme mesafesinde. Yürümek hem sağlığınıza iyi gelecek, hem de cebinize.

Notr_dammeUlaşım, helede taksi, çok pahalı. Metrolarıyla çok övünüyorlar,doğru, şehrin altı metroyla örülmüş ama bu kadar örülünce inanılmaz karışık, tecrübeyle sabit, eğer Paris’e yerleşmeyecekseniz, otobüsü veya yürümeyi tercih etmek daha pratik.

Bisiklet ve motosiklet de kentin diğer çözümü olmuş. İş kıyafetleriyle kadınlı erkekli bisiklet üzerindeler. Ve burada bisiklet araba gibi muamele görüyor. Düz bir şehir, caddeler o kadar da geniş değil ama inanılmaz bir bisiklet trafiği var ve de motosiklet. Bisiklet parklarına abone olarak istediğiniz yerden alıp, istediğiniz yere bırakabileceğinizi de söylemek isterim. Ne diyelim, darısı Adana’mıza. Yazılan romanlar da hizmet etmiş Paris’e. Notre-Dame de Paris Katedrali, 2000 yıllık işlevini sürdürürken, 1850’li yıllarda restorasyon görür.

Çok pahalıya mal olan bu restorasyon, Victor Hugo’nun Notre-Dome’ın Kamburu romanı sayesinde, halkın desteğini almıştır. Orta Çağ mimarisinin, Gotik tarza geçişin en görkemli eseridir. O kadar görkemlidir ki, dönemin keşişleri, bu şaşaanın yoksulluğun kutsal erdemine yapılmış bir hakaret olduğunu iddia ederler, günümüzde bile bu düşünce devam etmektedir.

Katedral amacına uygun, heyecan verici bir yapı olarak varlığını sürdürmektedir. Özellikle dış bölümlerde yer alan, şeytanımsı yaratıklar gerçekten ürkütücüdür, aynı zamanda iyi insanları ne gibi tehlikelerin beklediğini hatırlatmaktadır. Anavarza kulesinde gördüğüm “tori” ile, Yılankale’deki ‘Fleur de Lier’leri Notre- Dome’de görmek, Çukurovalı askerin Orta Çağ’da Frank askeriyle ve kültürlerimizin kültürleriyle karşılaştığını düşündürmektedir...

 

Anavarza ve Yılan Kalede Gördüklerimi Notre Dome’da da Gördüm

 

İstanbul’un Bağdat Caddesi gibi, Londra’nın Piccadılly’si gibi, Champs- Elysees de Paris’in dünyaca ünlü caddesidir. Geniş kaldırımlarıyla, çınar ağaçlarıyla, modern mağazalarıyla, Paris’in simgesi teras kafeleriyle şehrin tüm güzelliğini size sunar. Oturup kahve içip, caddeyi seyretmek bile yeterlidir. Paris’e gitmişken, Louvre’da Mona Lisa ve Milo Venüs’ü, Cam Piramit gibi simgeleri ziyaret etmeyi atlamamalısınız. Eiffel Kulesi ise bir fuar için yapılmış, yapıldığı dönem ciddi eleştiriler alsa da sonradan kimse yıkmaya kıyamamış, şehrin en önemli simgesidir.

Özellikle ışıklandırmasıyla bin yıl kutlamalarının odağı olup, Paris gecelerini aydınlatır. Ünlülerin mezarlığı Cimetiere du Pere Lachaise 1804 yılından bu yana Rossini, Chopin, La Fontaine, Moliere, Balzac, Proust, Oscar Wilde, Edith Piaf ve Adanalı Yılmaz Güney gibi sayamayacağımız kadar çok ünlünün mezarı olmuş. Bastille’deki mezarlığın, bana göre en dikkat çekici yanı yerleşik kültürün ürünü olmasıdır. Düzenli, bakımlı, çiçeklerle bezeli mezarlık iyi belediyecilik örneğidir. Yeşil alanlarıyla ise bir park görüntüsündedir.

Her biri kendi döneminin mimari inceliklerini taşıyan mezarlar, mimarlar için hazine değerinde olmalıdır ve ben bir günümü burada geçirerek, hakkını verdiğimi düşünüyorum, arkeolog yanımla. Paris’te daha onlarca, yüzlerce tarihi ve turistik yerler var ve hepsi kentin güzelliğine katkıda bulunur. Herkese hitap edecek bir şeyler mutlaka vardır, ister alış veriş, ister tarih, ister sanat faaliyetleri…

Sizin hayalinizdeki Paris nasıldır, bilmiyorum. Işıklar kenti, aşıklar kenti veya sanatçılar kenti tanımının hangisi size uyuyorsa, sizin Paris’iniz o olsun!

 

Fotoğraf: S.Haluk Uygur




Sayı 6 ( Ocak - Şubat 2012 )

Bu yazı 8103 defa okundu.