ŞİİRİN SİNEMA İMTİHANI

Geçmiş yılların Türk sinemasında göze çarpan toplumcu gerçekçi yapı; gerek politik, gerek komedi, gerek aile ve dahi korku parodilerinde kendisine yer bulur. Avrupa' dan yayılan Yeni Dalga Akımı ile beraber sinemamızın yolunu bulması kaçınılmazdı elbet. Son yıllarda perdede izlediğimiz filmlerle beraber, Türk sinemasının dünya tarafından kabul görmüş kişisel sinema örnekleriyle dolu olduğu bir çağa girdik. Minimal yapının hakim olduğu filmlerde tanık olduğumuz aşk, acı, terkediş, varoluş, kaybediş, diriliş ve yeni yeniden yanılış gibi kavramlar üzerine düşündüğümüz zaman, şiir gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Toplum olarak, şiiri okumak yerine yazmak konusundaki israfımız yüzünden ve memleketin her tarafı şairken; şiir okumak için sadece kitaplara sığınmak yeterli olmamalı zaten. Dünya sinemalarından büyük ustaların esin kaynakları arasında hep şiir vardı. Tarkovski' nin 'Ayna' sı, babası Arseny Tarkovski' nin şair yanının katkısıyla sinematografisinin en kilit filmi belkide. İran sinemasının kendine özgü yapısında hissedilen şiir için de aynı düşünceleri zikredebiliriz. Daha birçok örnek sunabileceğimiz dünya sineması yerine, asıl konumuza yani sinemamızın Türk şiiriyle olan imtihanına dönelim.


Ece Ayhan, İkinci Yeni akımına 'Sivil Şiir' penceresinden bakarken, ardında bıraktığı bir çok akımdan beslenmeyi tercih etmiş bir şairdi. Eski olanı yeni kelimelerle yoğuran Ayhan gibi dönemin ustaları şiirde ölçü kullanmadan, ahenk ve ses uyumunu anlatım zenginliği ile sağladılar. Çağdaş Türk sinemasının Türk şiirinden yararlandığı ve şiirimizin dünyaya tanıtımına katkıda bulunduğu filmlerde ortaya çıkan anlayış için; gerçeğe dokunurken zamanın kırılganlığını hatırlamak üzerine diyebiliriz. Konuşmaktan çok dinlemeyi tercih eden yapıları ve insanı hayal kurmaya iten görsel dünyalarıyla, deneyselliğin şiir yardımıyla sinemaya nüfuz ettiği gerçeği ile yüzleşiyoruz:Özcan Alper' in 'Sonbahar' filmindeki gerçekçi yapıya istinaden, filmde süregelen çıkışsızlığın şiir üzerinden tezahürünü finalindeki bir müzik aleti olan gaydadan çıkan ezgiyle anlayabiliyoruz. Hayatın acımasızlığına karşı tek başına duran bir adam tanık eder bizi gerçeğe. Sessizce bekleyen Yusuf'u izlerken, Sezai Karakoç'un: Anlatacaktım ölümlerini bir sonbahar eşliğinde/ Bir kış güneşliğinde/ Fakat baktım bu ölüm değil diriliştir/ Tabiatı aşan bir bildiriştir... dizeleri takılır perdeye.


Zeki Demirkubuz'un edebiyata olan ilgisini filmleri üzerinden hissedebilirsiniz. Özellikle 'Masumiyet' ve 'Kader' filmlerinde gördüğümüz nostaljik Türk sinemasına, modern bir dil giydirerek kendine özgü bir sinema yapar yönetmen. Birbirinin -tersine- ardılı olan filmlerde saplantılı bir aşkın kaybedeni Bekir'i izleriz. Herkes birbirini sever ama herkes herkesin hiçbirşeyidir bu dünyada. Uğur cezaevleri arasında mekik dokuyan Zagor'un, Bekir ise pavyonlarda çalışmaya başlayan Uğur'un peşinden yol almaktadır. İnsan doğasının karanlık yanlarıyla ilgilenen yönetmen için iki filmde ortaya çıkardığı evren pek alışık olmadığımız bir hikaye anlatır bize. Başını öne eğip usul usul yürüyen Bekir'i izlerken, Behçet Aysan Bir Eflatun Ölüm'den bahseder; kırgınım, saçılmış bir nar gibiyim/ sessiz akan bir ırmağım geceden/ git dersen giderim/ kal dersen kalırım...


Mustafa Altıoklar 'Ağır Roman' filmiyle, kaybını henüz kabullenemediğimiz Metin Kaçan romanına görsel bir faça atar. Güzel durur bu faça. Ezan ve çan seslerinin birbirine karıştığı varoş kesimindeyiz İstanbul' un; Kolera Sokağı burası. 1970'li yılların havasını solurken metropolün göbeğindeki çıbandan seslenir ' Ağır Roman'. Polonyalı şair Adam Mickiewicz' in ruhu dumana asılıp, 100 yıllık müzesinden kalkarak Kolera'ya gelir. Yeniyetmelikten bitirimliğe adım atan Salih'in hikayesini izlerken, kendisinin de rol aldığı ve filmden esinlenerek kaleme aldığı küçük İskender şiiri seslenir seyirciye; Savrulurken raconun kırmızı pelerini o zarif öfkeye/ zaman ki sana hasta olmuş, incelikli haytasın/ nüksederken raksına mahallenin maşallahı, eyvallahı/ güzelleş be oğlum/ şimdilik ölümüne kadar hayattasın...


Nuri Bilge Ceylan kişisel olarak en sevdiğim filmi 'Uzak'ta; kırsal kesimden uzaklaşıp kente gelen Yusuf'un çok yakın ama bir o kadar uzak akrabası Mahmut ile geçirdiği bir kaç güne odaklanır. Karısından ayrı, fotoğrafçılık yapan, belli bir entelektüel seviyesi olan, bencil ve rahatı kaçan Mahmut'un özelinde yeni aydın kesime sert bir tokattır 'Uzak'. Alıp başını uzaklara gitmek isteyen Yusuf'u izlerken, İbrahim Tenekeci Düş ve Dua ile geliyordu perdeye: bir hayat, mahçup ve duru/ tanrım, gülleri/ ve sessiz harfleri koru...


'Tabutta Rövaşata' ile midemize inen yumruk sayesinde Derviş Zaim'i Türk sineması için önemli bir isim kabul ederiz. Bu ilk filminde kamerasını sokaklara çeviren yönetmen, Rumeli Hisarı çevresinde ve hapsolduğu kentte giderek kapana kısılan Mahsun'u gösterir perdede. Soğuk kış gecelerinde araba çalan ve o arabayı temizleyerek çaldığı yere geri bırakan gariban Mahsun'u izlerken, Edip Cansever'in Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka şiirine eğiliyorum: bitmeyen bir selam gibi, hastayken, inceyken, yalnızlıklarda aranan/ korkunçtur-bunu anlıyoruz-bir yüzün en çoğul beyazında/ korkunçtur insan olmaları güz ortalarında, eriyen türbe ışıklarında/ ve korkunçtur eriyip kaybolmaların bir köşesinde insan olmalarıyla/ korkunçtur korkunç!..


Reha Erdem 'Beş Vakit' filmiyle bir kaçış mekanı haline getirdiği taşrayı, sessizliği merkezine alarak anlatır bizlere. Çocukların yetişkinlerin dünyasına bakarken yaşadıkları üzerine dalarken perdeye, Ece Ayhan seslenir onlara: ey orta ikiden ölerek ayrılan çocuklar! aslında başlayan/ askerler tabiatta hâlâ tramvaydan sirkeci'de mi inerler?/ süsüne kaçılmamış bir cenaze törenine gitmek için.

Son olarak Semih Kaplanoğlu, özellikle Yusuf Üçlemesi ile şiirin sinemadaki izdüşümünü gösteriyordu. İlham kaynağı Tarkovski'nin izini sürerek maneviyatın önemini her karesinde hissettiğimiz üçleme; taşra, şehir, gelenek, çağdaşlık gibi karşıt kavramları ele alış biçimiyle adeta uzun ve sessiz bir şiir okutuyordu bizlere. Otuzlu yaşlarının ortasındaki şair Yusuf'un hikayesi konumuza muntazam oturganlık sağlıyor zaten. Yusuf'un bütün hayatına -birbirinden bağımsız dahi olsa- tanık olduğumuz bu üçleme ile alabildiğine derin kuyumuza düşerken İlhan Berk uzanıyor perdeye: Eğildim sonra gövdeyi tanıdım ve düzenini/ gördüm sessizliğin dümdüzlüğünü/ gördüm yinelemedi gördüğüm hiçbir şey/ böyle yavaş yavaş geçtim insandan insana...


Sinemada izlemek istediğim yönetmenlerin birer filmleriyle örnek verdiğim şiir 'şey' inin, Türk sinemasını nasıl okuyacağımız konusunda ipucu vermesini istedim. Ben sinemaya sadece film seyretmeye değil aynı zamanda şiir okumak için gidenlerdenim. Herkesin kendi şiirini perdede okuyabilmesi dileğiyle. İyi seyirler, iyi okumalar…




Sayı 17 (Kasım - Aralık) 2013

Bu yazı 4133 defa okundu.