Sis’li Bir Aşk Hikayesi
Sibel ile Filip...
Sis’li Bir Aşk Hikayesi
Yer: Kozan Kalesi Tarih: 13. yy
Sis kralı Filip her zamanki gibi mutsuzdu. Çok güzel olduğu söylenen, on yaşındaki Sibel ile evlilik yapmıştı. Filip memleketi olan Normandiya’nın kış günleri kadar soğuk bir günde gelmişti Sis’e...
Sisli din adamları ekmeğe İsa’nın eti, şaraba da İsa’nın kanı diyorlardı. Bu yüzden kendine göre dindar olan Filip geldiği günden bu yana et yiyemez, şarap içemez olmuştu. Sanki İsa Efendi’yi diri diri yemek gibi bir şey oluyordu, yemek yemek, şarap içmek...
Şükran gününde her zamanki gibi tüm kale sakinleri kendi işleriyle uğraşırken, Filip sağa sola ok atarak eğlenmeye, mutsuzluğunu gidermeye çalışıyordu. Kent halkı rahatsız olmakla birlikte, buna aldırmaz görünüyorlardı. Filip, oklarıyla asılı çamaşırları, sandıktaki meyveleri ve at arabalarını vuruyordu, kimseden de ses çıkmıyordu; çünkü o bir kraldı.
Dinsiz Kral
Uzun uzun nişan alarak yay geren Filip’in, Meryem Ana’nın sırtlarda taşınan ikonunu, şükran gününde kazara vurması bardağı taşıran son damla oldu. İlk önce tahta ikonun göbeğindeki koca oku gören halk sustu; ancak bir anda papazlar “Dinsiz Kral, Meryem annemizi vurdu” diyerek kralın üzerine yürüdüler. Bir Sisli ölmüş olsa bu kadar önemli olmazdı.Ama Meryem Ana’ya saldırılmıştı. Apar topar başrahibin önüne çıkarılan Filip ise, lakayıttı.
Kendisi kraldı çünkü... Bu serseri grup bir krala ne yapabilirdi ki? Üstelik, o tacı giyerken, giydirilenler tarafından öldürülmeyeceğine kutsal değerler üzerine yeminler edilmemiş miydi? Başrahip durumu yatıştırabilirdi... Ancak bir zamanlar, herkesin içinde kendisini aşağılayan Filip değil miydi? “Fırsatı gelmişken ondan kurtulmalı” diye düşündü başrahip...
İsa Tanrı mı, Yoksa...
“İsa, tanrısal cevherin kendisi miydi, yoksa tanrısal cevher gibi miydi?.. İsa, tanrısal cevherse birden fazla tanrı vardır; cevher gibiyse tanrının oğludur” tarzı akıl oyunlarıyla Gregorian inancına nifak tohumları eken o değil miydi? Üsküdar Konsülü’nün kararlarını kabul etmelerine rağmen, kendilerini aşağılayan Latinler’in ağababası bu kral değil miydi?
Bir Latin şehri olan Antakya çok uzaktaydı ve Haçlılarla yakınlaşma kendilerine beklenen yararları sağlamamıştı.
Başrahip’e göre Latin kiliselerin etkisi altına girmek, aslında bir tehlikeydi. Ona göre her milletin ayrı bir dini olmalıydı.
Halbuki Katolik Kilise Öğretisi’nin kabulü, Gregorian Krallığı’nın egemenliğinin yok edilmesi anlamına gelmekteydi. Bu yüzden kral ölmeliydi.
Filip Nasıl Ölecek?
Ancak Filip’i direk öldüremezlerdi.
Çünkü öldürmeyeceklerine dair kutsal değerler üzerine yemin etmişlerdi. Ama daha önceleri de (İmparator Zeno zamanında) kutsal değerler üzerine öldürülmeyecekleri konusunda yeminler ederek teslim aldıkları muhalifleri, aç ve susuz bırakılarak öldürülmemişler miydi?
Çukurova Kralı I. Leon erken ölmüş olmasaydı, kralın kız kardeşi Sibel ile, Antakya kontu IV. Bohemond’un oğlu Filip’in evlenmesi söz konusu olmayacaktı. Bu evlilikle, Antakya Haçlı Kontluğu ve Kilikya, Filip’in krallığında birleşmiş oldular.
Filip’in öldürülmesi konusunda, Katolikos Sunbas’ın parlak bir fikri vardı... Filip’i aç susuz bırakarak intihara zorlamak… Sis kalesinin içerisinde büyük haçların bulunduğu bir odaya attılar Filip’i... Filip aç ve susuz bırakıldı. İşte bir kral ölüyordu.
Sibel’in Elinden İçilen Zehir
Büyük haçlı odaya inen Sibel, susuzluk ve açlıktan hayaller gören Filip’i, bitkin ve acılar içindeyken buldu. Yanında getirdiği ilacı ona verdi ve “Sevgilim şimdi tüm sıkıntılarından kurtulacaksın” dedi. Filip ilacın aslında zehir olduğunu bilmekteydi. Ancak direnci kırılmıştı bir kere... Artık kaderine razı olmalıydı... Her iktidarın bir son günü vardır ve kendisinin son günü gelmiştir diye düşündü.
“Sıkıntılarımdan bir an önce kurtulmak istiyorum Sibel, ne yapmalıyım?” diye sordu ona... “Biraz yürü, ilaç kana karışsın, sonra uzan; ayaklarını karnına çek. Ayaklarından başlayan uyuşukluk gövdene geldiğinde tüm sıkıntılarından kurtulacaksın”
diye cevap verdi Sibel.
Ve Filip öldü... Doğmadan önce annesinin
karnında durduğu şekilde öldü...
Filip’in Öldüğü Haçlı Oda Nerede? Görkemli Sis kalesini gezerken bunları düşündüm içimden. Ve hemen içinde büyükçe bir haç bulunan Filip’in öldüğü odayı aradım. Çok eskiden gördüğümü anımsama rağmen, bu sefer bulamadım.
Adana’dan yirmi kişilik bir gurupla gitmiştik Sis’e... Kalenin dört bir yanı taş taş, tane tane dolaşıldı. Her bir taşın neden oraya konulduğunu konuştuk. Zehra “Ne kadar çok sarnıç var?”, Can “Bu burçlar niye bu kadar dışarı çıkık, savunma zafiyeti ve mancınıklara dayanıksızlık yaratmıyor muydu?” diye sorduklarında, onlara hak vermemek olanaksızdı. Teoman “Sarnıçla zindanı nasıl ayırt ederiz?’ deyince, Fatoş “Sarnıçların içi, su sızdırmaması için sıvalıdır” cevabını verdi. “Peki bu sarnıçlara suyu kimler taşıyor?” denilince, Hicabi’nin “Yağmur” demesine hepimiz gülümsedik...
“Peki öyleyse şimdi niye sarnıçlarda su yok?” sorusu ise gerçekten düşündürücüydü.
Acaba Tarihi Zeytin Toplasak mı?
Güney kulesinin hemen altındaki sarnıcın girişini kapatan zeytin ağacı, sanki yüzlerce yıl öncesinden kalmıştı. “Olgunlaşmış siyah zeytinleri toplayan yok, acaba biz mi toplasak? Organik zeytinyağı elde edebiliriz belki de” diye düşünmeden edemedim. Sis yani Kozan Kalesi, Çukurova kalelerinin ortak özelliklerini taşımakta, iç içe birkaç bölümden oluşmakta. Surlar gerekli olduğu yerlerde daha kalın ve güçlü uçurum kenarlarında ise daha zayıf yapılmış...
Kapı kenarları ve göz önündeki yerler daha iri ve iyi işlenmiş taşlarla şekillenmiş. Kapıların özel üçlü şekli, kapılara bölgeye özgü bir görüntü vermekte. Kapılar genellikle çift kanatlı. Kapıdan kalenin içine direk girmek yerine, bir odadan açılı olarak giriş sağlanmakta. Bu savunucuların düşmana saldırmak için daha fazla yer ve zamanlarının olması demek. Surların üzerinden dışarı sarkık duran korbeller ise, kaleyi bir taç gibi süslemektedir.
Kitabeler, geçmişteki sahiplerin kan, gözyaşı ve ihanetle geçen hikâyelerini kendi dillerinde anlatmaktadır. İşte ben bu öykülerden birini hatırlayarak gezdim Sis Kalesi’ni...
Aynı Leyla ile Mecnun gibi...
Sibel ile Filip...